26 Aralık 2005

GELİN


Gelin…
Karşıdaki eve yeni taşınan gelin, zaman zaman bahçeyi süpürürken görüyorum onu. Oyalı yemeninin altından bakan kara gözleri bir görünüp bir kayboluyor!
Aslında bir adı var ama yeni gelin olduğu için herkes gelin diyor ona, ağız birliği etmişcesine. Doğrusu onun da bundan bir şikayeti yok. Kendi adı söylenmişcesine dönüp bakıyor “Gelin” deyince.
Haziran ortasında evlenmiş Gelin. Aralık sonunda olduğumuza göre, kendi ismini geride bırakıp “Gelin” olalı pek olmamış. “Cicim aylarının bitmesine az kalmış.” diyenlere “Zaten öyle bir ay hiç olmadı ki!” diye yanıt veriyor. Kaynanasının eziyetinden kurtulup kendi başına ayakta duran bir yuva kurmanın telaşında fır dönüyor evin içinde.
Karnındaki küçücük; ama onun şimdiden kocaman bir sahiplenmişlikle “bebeğim” dediği çocuğu için yelek örmeye başlamış. Birlikte bakıyoruz örneğine. Bir ters bir yüz.... Yaşamın örneğini işliyoruz işte yeleğe. bir ters bir düz....
"Kaçtır motosikletle kaza geçirdi bizim adam.” diye anlatıyor. Adam dediği de henüz yeni yirmilerini yaşayan kocası. Ekmek telaşında. Hüzün bürüyor Gelin’in içini belli ki! Ah bir de sigortalı bir iş bulabilse... Tutunacak dalı olmayan bir çocuk-kadın olarak savaşıyor işte yaşamla. İşten çıkmadan önce arıyor kocası onu: kuzinenin üzerinde güğümü kaynatsın da; suyu ısıtsın diye! “Bir istediğin var mı?” diye soruyor. “Sen gel yeter!” diyor Gelin. Daha ne istesin?
Gelin kapı komşum benim. Doğrusu etkilendim. Kızdımsa da içten içe “Aceleniz neydi?” dedimse de içim cız etti. Kemalettin Tuğcu romanlarına komşu bir Nuri İyem resmi gibi hissettim oracıkta!
Konuştuk Gelin’le; benim izinli olduğum bir gün mısır ekmeği yapıp yiyeceğiz beraber. Üstelik kuzinede pişireceğiz ekmeği. Muhetemelen o hünerli elleriyle; yanmadan tutacak kızgın tavayı. Ben ellerinin yanmayışına şaşarak bakacağım. Ha bir de cesaretine, aceleciliğine, yaşama böyle içten gülümseyişine....

21 Aralık 2005

Ankara - Çatlamış Eller


Gözünü sevdiğimin Ankara’sı yine ayaz, yine soğuk... İki damla kar düştü toprağa; o da buz oldu, çatılardan sarktı yine. Ankara’nın bu soğuk, zor, sıkıntılı, puslu kışı her seferinde “Bu şehri seviyor muyum acaba?” diye sorgulamaya itiyor beni. Ne kadar sızlansam da, atıp tutsam da bu soruya kesin bir yanıt veremiyorum. Ne de olsa baştan sona bir ömrü bu şehirde yaşadım ben. Doğrusu alışamadığım bir sürü şey var bu şehre dair hala. Mesela, Ankara’nın ayazı ellerimi çatlatıyor!
Tarık Dursun K’ya ait bir kitabın kapağı. (Kitap anneannemin ihtilal görmüş kitaplığından kalma) Yoksullukla yoğrulmuş yaşamları anlatan bir kitaptı. Ama benim asıl vurulduğum kitabın kapağındaki o çatlamış eller. O çatlamış ellerin tuttuğu sarma tütün, dudakların sigaranın üzerinde bıraktığı o ıslak iz. En az Ankara’nın ayazı kadar sert, bir o kadar yaralayıcı...

17 Aralık 2005

Internet bana neler yaptın? (cross over)


Yıl 1998, lise son sınıf öğrencisiyim. Pek bir kılıksızım o zamanlar:) Lisemizin Dünya Bankası desteğiyle kurulmuş bilgisayar laboratuvarında kör topal yürüyor işler. Bir söylentidir gidiyor: "Okula internet gelecek". İnanmıyor gibi görünsek de pek bir heyecanlandırıyor bu haber bizi. 1995 yılında Windows 95'in çıkışını pür telaş yaşayan sınıfımızın internet hevesi kursağında kalıyor. Ağız tadıyla okulda bi "chat" yapamadan mezun oluyoruz.

Ne yalan söylemeli okulda çat çut yapamadım ama ülkemizin büyüüüüük KİT'lerinden olan bir devlet kurumunda yaptığım staj boyunca az adımlamadım internet caddelerini. Lise son sınıfta okuyan 17'li yaşlarını yaşayan biri olarak yapılacak ne kadar yaramazlık varsa yaptım orada. Figen'ciğim ayrıntılarıyla hatırlar yaşananları. Bahçeli'de verilen randevuyu. Bütün chat yapanarın tesadüfen! "bir kamu kuruluşunda çalışıyor" olmalarını hatırlar. Kulakları çınlasın! Onları başka zaman daha uzun yazmalı anlaşılan.

Hatırlıyorum da o vakitler "internet nedir?"diye bir ödev de yazmıştım. O koca binada o oda senin bu oda benim RJ45'leri "çakarken", sekiz kablonun sırasını avucuma not alırken, ki hala ezbere bilmem kablo sıralamasını, yaptığımın aslında ne olduğunu çok sonra üneversitede "CISCO-networking basics" dersini alırken anladım. Özetle; internetle hayatımı cross over bağladım :)

İnternetin hayatımla olan bağları, odamdaki kırmızı telefondan bir de ADSL marifetinin çıkmasıyla iyice perçinlendi. Zaten üniversitedeki derslerin bir kısmını forumla, maille, online discussion ile yürütmüş olan ben; internetle iyiden iyiye haşır neşir olmaya başladım.
iyi de ettim! internetin hayatıma kattığı çoook güzellikler var.

Gelin görün ki, son 1 aydır bir türlü düzelmeyen problemler nedeniyle sıkkınım. Bağlantım kopuk. Bıkkınım. ADSL Modemimi aldım elime; yollara düştüm bugün. Düşünüp duruyorum doğrusu. Sorular sıralanıp gidiyor aklıma:
Bu modem kaça tamir olur?
Hocam mail atmış mıdır acaba?
Online banka şubesine ulaşamazsam nasıl, ne zaman, yaparım ben bu havaleyi?
Eskiden biz nasıl yaşıyorduk internetsiz yahu?
Özetle, "internet bana neler yaptın?"

14 Aralık 2005

YÜKLÜ GÖMLEK

Yıpranışmış bir erkek
Gömleğinin yakasında kalıyor
Bütün parçalanmışlıklarım,
Yıpranmışlıklarım,
Saçımın bir teli!
Hangi yalan temizleyebilir
Bu saatten sonra aklımdan geçenleri ?
Onca zaman geçti.
Saatler aleyhime örgütlenmişti.
Ne varsa,
Şiirler
Filmler
İçli türküler
Aç açına içilen,
İçilmekte olan,
İçilecek,
Tütütünler
İzmaritleri geride bıraktığım aşkların
“lovely”
Bir türlü dönmüyor mu diliniz buna.
Özentili bir senaryo işte bu
İtirazım var!
Serzenişim buna!
Fazla esinlendiniz uydurmalardan
Çok fazla, hem de çok
Artık hiçbir hamal çıkamaz “Çıkrıkçılar Yokuşu”nu
Sırtında çok eskiden eğrilmiş
Çok eskimiş bu gömlekle
Bu “ağır” yükle.

14 nisan 2003

12 Aralık 2005

İLKYAR


Yaşamımdaki varlığından mutluluk duyduğum bir vakıf İLKYAR. Her projenin ardınadan bambaşka duygularla geri dönüyorum evime. Ve her projeden sonra bi kaç satır karalıyorum yaşanalara dair. İşte son projeden bana kalanlar...
Ve İLKYAR neler yapar? Kimdir? Nedir? diye merak edenlere:
İlkyar- İlköğretim Okullarına Yardım Vakfı www.ilkyar.org.tr

ZİLLER ÇALAR

Ziller çalar durmaksızın ülkemin her yerinde. Köyünde kasabasında şehrinde... Ziller çalar. Bir kulağımızdan grip diğerinden uçar gider. Hepsi tanıdık melodiler. Hepimiz çocuk olmadık mı?
Şimdilerde pek sık duyuyorum ben bu zil sesini! Kulaklarım çınladığından değil. “Öğretmen” sıfatı eklendi ya ismimin hemen önüne. Ülkemin başkentinde, hoparlörlerden fışkıran metalik zil sesleri bölümlüyor yaşadığım zamanları. Tatlı çocukluk geride kaldı.
İster delilik deyin yaptığıma, ister maceraperestlik... İster “dertsiz başına dert arıyorsun!” deyin. Susmayın’ söyleyin! Ne derseniz deyin! Dayanamadım gittim işte! Ülkemin dağlarına, yollarına... Dağlara, yolara sıkışmış okullarına. YİBO’ larına. Bambaşka zil sesleri duymaya. Bambaşka çocukları kucaklamaya... Deliler gibi özlüyorum çocukluğumu.
Günler birbirini kovalayıp gidiyor. Zamanımız telaşlarda, sevinçlerde, hüzünlerde, kırgınlıklarda, koşuşturmalarda geçip gidiyor. Öyle anlar geliyor ki; zaman düz bir çizgi oluyor attığımız adımların altında. Her ilkyar projesi işte; bir çentik atmak zamana sanki. Bu çentikten emeğin, sevginin akması. Başka zamanlarda sıkışmış yürekleri bu duygunun sarması. Bambaşka çocukları, kocaman masum bakışları kucaklamak! Hepimiz masumduk değil mi çocukken?
Düzce Yığılca YİBO’ da çocuklar... Aynı toprağın suyuyla, acısıyla, toprağıyla, güneşiyle yoğrulmuş benzer yüzler karşılıyor bizi. Akşam vakti olmuş. Ellerinde çiçekleriyle üniformalı kızlar beklemişler bizi yanaklarında ellerindeki çiçeklerden daha güzel gülüşlerle. Küçüktük! Ah ne çok gülerdik ve ne de güzeldik!
Strateji oyunlarını çözmeye çalışırken buluyoruz kendimizi yemekhane masalarının başında. Elimdeki parçalardan bir küp oluşturmaya uğraşırken bir yandan da aklımdakileri bir araya getirmeye uğraşıyorum. Ne çok çocuk var! Ne çok yapılacak iş var! Her biri bambaşka bir hayat! Ne çok hayata teğet geçerek tükeniyor ömrümüz. Bir yerinde bir çentik atmalı geçip giden zamana. Bu çentik başka ömürlerde fark yaratmalı. Adım gibi biliyorum asla geri gelmeyecek o yıllar!
Temiz pak çarşaflarda, tertemiz bir yatakhanede geçiriyoruz geceyi. Evimdeki kadar rahat uyuyorum o gece. Yine de rüyamda deprem görüyorum. Düzce’deki bu yatılı okulda kim varsa depremin acılarını içinden çıkıp gelmiş, öğreniyorum. Sabah uyandığımda gördüğüm rüyayı hayra yorup, suçu beşik misali sallanan ranzaya atıyorum. Çocukken geceleri kim örterdi üzerinizi?
Her projede olduğu gibi daha yüzümüzü yıkarken şaşkın, meraklı gözler dolanmaya başlıyor üzerimizde. Hafta sonu onları okuldaki sınıflarına götürecek bu ablaların, ağabeylerin neler yapacağını merak ediyorlar haliyle. Sabredin diyorum onlara güzel bir gün olacak! Bahçede sıralanmış 1049 çocuk “ koordinatör İlker’in telaşlı sözlerinden aklımda kalan rakamlarla” Kimi taa Mersin’den kimi Ankara’dan kimi İstanbul’dan yola düşmüş 45 insan. Bir süre sonra bir telaştır alıyor kalabalığı. Bayram yerine dönüyor ortalık. İster istemez düşünüyorum ne ile alınır bu emek! Para ile? Pul ile? Aşk olsun derim bu bahçede yaşananlara paha biçene! Bir düşünüyorum da ne çok emek harcandı biz bugüne gelinceye dek!
Kasım ayına inat bahar havası önce kazaklarımızdan sonra bütün o içimizi sıkan duygularımızdan soyup kurtarıyor bizi. Bahçede hulahop çeviren Altın’ın adına yaraşır güzellikteki saçları salındıkça ışıyor ortalık. Gözler ışıyor. Her yan çocuk her yan aydınlık oluyor. Altın’ın belinde halkası, benim aklımda fikirler dönüp duruyor. An geliyor. İki elin parmakları kadar oluveriyor yaşım. Şuracıktaki yatakhanede uyuyorum geceleri. Şuracıktaki yemekhanede yiyorum yemeğimi. Bi pilav yemeyi seviyorum bir de ekmeği. Kardeşlerime ablalık ediyorum sonra. Ailesinden uzakta, bu okul bahçesinde, her şeyden habersiz küçük bir kız çocuğu olmak... “Abla, iyi ki geldiniz bugün! Hiç gitmeseniz!” diyerek açılan bi kucağa sarılıp kendime geliyorum. Ne de kolaydı çocukken sevgiyi söylemek, apaçık sözlerle...
Birinci sınıflarla “Rüzgârın Üzerindeki Şehir” adlı kitapla birlikte rüzgârlar gibi esiyoruz. Bir ara ön sırada bir çocuğun çamurlu ayakkabısını sıranın üzerinde araba misali sürüşüne tanık oluyorum. Hiç sesimi çıkarmıyorum. Çocukluk işte...
Yığılca’daki misafirliğimiz ertesi sabah güneş henüz doğmadan bitiyor. Mavi otobüste ayak mahmur gözlerle, ekmek arası bir kahvaltı ediyoruz. Dağlar arasından dolanan yollardan geçerek varıyoruz Kıbrısçık’a. O kadar dağı dolandıktan sonra bir ovaya yayılmış binalar görüyoruz. Pembeye boyanmış kimileri, Okul olmuş. Önce tek tük atıyor, sonra sicim gibi yağmur yağıyor. Bi de düşüp, ağlayınca sicim gibi akardı gözümden yaşlar!
Uzaktaki binalardan birinin üst katına kuruyoruz kütüphaneyi. Köhne rafları rengârenk kitaplarla bezerken adamakıllı yoruluyoruz Bilegehan Hanım’la birlikte. İçimizden oracıkta bütün kitapları okumak geçiyor. Özeniyoruz. Diliyoruz ki; Kıbrıscık’ın güzel çocukları bütün bu kitapları okusunlar! İçimizden kim bilir başka ne dilekler geçiyor. Hepsini söylemiyoruz. Yalnızca çocukların dilekleri mi gerçek olur?
Bir tane banka şubesi, bir ana caddesi var bu yerin. Bir de öğretmen lojmanı. Kışları, dolanarak geçip geldiğimiz o eşsiz manzaralı yollar karla kapanıyor. Öğreniyoruz ki; 3-A sınıfındaki çocuklardan sadece birinin annesi çalışıyor. O da evin altındaki dükkânda! Belki buradaki çocukları bu kadar özel kılan da bu. Henüz kirlenmemiş nadide dağ çiçekleri gibiler hepsi. Kendilerine hediye ettiğimiz kitaplara için : “Elinize sağlık Öğretmenim” diyerek teşekkür ediyorlar. Kitapların üzerindeki etiketlere isimlerini yazıyoruz birlikte:
—Senin adın ne bakalım?
— “Mutlu Güneş” öğretmenim.
Tam da bu sırada zil çalıyor işte.
Ziller durmaksızın çalarken ülkemin her yerinde; Güneş mutlulukla doğsun bu aydınlık yüzlü dağ çiçeklerinin üzerine! Çocukların dilekleri gerçek olur!

08 Aralık 2005

Dehliz

Önünde koca bir dehliz gördün. Gördün! Kaçırma gözlerini! Sen, ben, biz gördük o dehlizi. Belki başkaları da gördüler. Ellerini ovuşturdun, çünkü soğuktu, üşüyordun. İşin kötüsü bir senin nefesin, ısıtmaya yetmiyordu ortalığı. İçinden ne bahar şarkıları geçti; ne davullu zurnalı rumeli türküleri duydu kuklakların kimbilir. Oysa dilin hüzünlü şarkılar mırıldanıp durmaktaydı. Ürküyordun çünkü; dehliz seni yutabilirdi. Başkalarını yutmuştu; kaçınmasız seni de yutacaktı. Söyle! bunda korkacak ne vardı?

Elinde değil biliyorum. Böyle hastalıklı dizeler yazacaksın. Ülkenin ağrılı sızılı, genç yaşta çok çocuklu annelerine yanacak yüreğin. Hastane kokuları gelecek burnuna. İçin kalkacak. İçini dökmek isteyeceksin. Dökeceksin dökeceksin, bitmeyecek. Böyle boğazın düğümlü hep o dehlizin önünde...

Böyle gereksiz hem de gece vakti. Ne kahve yakışıyor fincanına; ne şarkılar uğuldayıp duran radyona. Gereksiz işte şimdi alt kattaki çocuğun böyle canhıraş ağlaması. Sen ki, uslu bir çocuktun susmak nedir bilirdin. Yine de beni geceleri arama emi! Yüreğim ağzıma geliyor. Damağımı kalıdırıp bir bardak su içmeli. “Hayırdır inşallah” demeli bir umutla. Ne yazık telleri koparmış fırtına. Telefon, lanet olsun çalmak bilmiyor.

Bak bir dehlizin önündeydin seni ilk bulduğumda. Şimdiyse bir telefon kulübesindesin. Yine de fırtınaya fazla uzak sayılmazsın. Ellerin çatlamış rüzgardan mı ne.Sus! Sen tut dilinin altında o baklayı! Sakla! Çünkü böyle saklamakla büyür bütün hastalıklar; sen kahkahalı günleri sırsız, sınırsız savuşturup dursanda. Ben çoğunu gönderdim o günlerin arkalarından şekerli sular döktüm. Geri dönmediler. Gariptir, saklayacak hiçbir şey yok. Kaplarım sırsız. Ben sırsız. Hani çıplak desek yeri var. Bu yüzden ayıplanıp duruyorum ya zaten. Bu yüzden soğuk ortalık. Koru ellerini sen.

Şimdi şuracıkta bir deniz olsa dehlizin yerinde. Etse etse birkaç harf fark eder. Gemilere binsek. Ne bileyim işte. Tramwaylar geçse; trenler geçse; biri bizi buradan alsa; ya soğuğu, ya fırtınayı, ya korkuyu, ya dehlizi, ya beni...

24 01 2003

2 yıl kadar önce karalanmış bir kaç satır işte! Gün yüzüne çıkarmanın zamanıydı. Biraz hüzünlü satırlar. Belki biraz da karanlıklar. Belki bir cinnet saatini yansıtıyorlar. Ne yalan söylemeli. Bir zaman sonra okuduğumda çok da hoşumu gidiyorlar!

07 Aralık 2005

Karanfil'e dair


Karanfil! Gül değil, menekşe değil, sümbül değil ille de karanfil!
Yazarların, şairlerin diline düşmüş, türkülerde yer buluşmuştur kendine...
“Karanfilin moruna, ölüyorum yoluna.”
Edip Cansever’in söz ettiği üzere, ben o karanfile eğilimliyim biraz işte.

Karanfil! Aldığım kitapların köşesine çizdiğim karanfil. Kütahya’da ne kadar seramik bardak varsa üzerinde izini arayıp bulamadığım karanfil. Yazdığım iki satırın altına imza diye attığım karanfil. Bir öğretmenler gününde; bir çiçekçinin ağzından: “Karanfil cenazeye gider.” diye öğrendiğim; üzülmediğim, karanfil. Ebru boyalarıyla suyun üstüne çizmeye çalıştığım karanfil. Amasra sokaklarında, saksılardan zarifçe uzattığı boynunu kadraja sığdırmaya uğraştığım karanfil. Mezuniyet günümde bir demetini hediye olarak almaktan ziyadesiyle mest olduğum karanfil. Dumanı bir yana, sigarasını içerken dudağımda kalan o şekerli tadı sevdiğim karanfil. Sıcak şarabın içinde hissettiğim kokusunu defalarca içime çektiğim karanfil. Ankara’da aynı adlı sokağı adımlamaktan bıkamadığım karanfil!

Adam akıllı takılı kalmıştı aklım bir dönem karanfile. Belki bendim o karanfil biraz. Kendine satırlarda yer edinmekten memnun, ince, narin, kırılgan, inatçı, renkli, neşeli ve her daim güzel. Seviyorum karanfil imgesini. Dedim ya ben o karanfile eğilimliyim biraz.

Karanfilden bu kadar söz etmişken, Edip Cansever’in “Yerçekimli Karanfil”ini bilenler, bir kez daha; bilmeyenler, ilklerin unutulmazlığının verdiği heyecanla ve asla azalmayan bir hazla okumalı. Sözü Usta’nın dizeleriyle noktalamalı.

Biliyor musun az az yaşıyorsun içimde
Oysaki seninle güzel olmak var
Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi
Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda
Midemdi aklımdı şu kadarcık kalıyor.
Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte
Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel
O başkası yok mu bir yanındakine veriyor
Derken karanfil elden ele.
Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle
Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil
Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk
Birleşiyoruz sessizce...

—Bu satırları yazarken kulaklarımda çınlayıp durdu Yeni Türkü’nün o güzel şarkısı.
“Karanfiller açıyordu, o zamanlar gözlerinde
Bir baksam kül olurdum yüzüne.”

02 Aralık 2005

Kimdir bu Sıdıka Saka?



Kimdir bu Sıdıka Saka? Postmodern ev kızıdır! Dünyanın başka ülkelerinde de evinde oturmaktan başka yapacak işi olmayan genç kadınlara “ev kızı” ismiyle seslenilmekte midir? Bilinmiyor...
Örgü hırkası ve patiklerinin üzerinde giydiği ev terlikleri; terimlerle süslediği uzun, iğneli, hoşa gitmez cümleleri vardır Sıdıka’nın. Sonra, ülkemin hemen her yerini kaplayan ama yinede “kenar” sıfatıyla nitelendirilmekten kurtulamamış mahallelerden birinde oturmaktadır. Telefon sapığı ve belalısının adı da “Kenar” dır ayrıca. Sürekli olarak “ocakta yemeği olan” komşuları vardır. (Benim de var!) Tek derdi erkek olan komşu kızları vardır ve Sıdıka bu tip kızlardan pek haz etmemektedir. Abisi futbol düşkünü bıçkın Türk delikanlısı, babası namus düşkünü bir akşamcı, annesi ise terliğini silah olarak kullanabilen tam bir Türk kadınıdır. Sıdıka’nın içinde yaşadığı dünya, evdeki akvaryumun içinde yaşayan balıkların dünyasına benzemektedir. İşin kötü yanı Sıdıka bunun farkındadır.
Sıdıka, başlangıçta benim için, annemle ikimizi esprileriyle televizyon karşısına mıhlayan bir diziden ibaretti. Atilla Atalay’ın aynı adlı kitabıyla tanışmam diziyle tanışmamdan sonra oldu. Bu tanışıklık Sıdıka ile aramızdaki bağı perçinledi doğrusu. Esprileri dilimize pelesenk olmaktan öteye geçti. Sıdıka haytımıza girdi. Annem zaman zaman bana Sıdıka diye seslenir oldu.
Her yaz süresi değişmekle birlikte üzerimde hissettiğim o akvaryum efektinin sözlere dökülmüş hali oldu Sıdıka. Seviyorum kendisini. Tanımak isteyenlere kitabı hiç vakit kaybetmeden okumalarını öneriyorum.

NOT: Kıvırcık saçlarınla dizdeki Sıdıka’ya benden daha çok benzeyen arkadaşım. Sen kendini bilirsin!

ÖZET:
Her biri ayrı bir ima taşıyan uzunca ve hararetli bir anne- kız diyaloğunun devamında:
Sıdıka: Madam Curie de bir bilim kadınıdır.
Annesi: Hadi ordan!Madam köri adam madam köri olmuş da koca-ryum elementini bulabilmiş mi? Sus bakalım! Bilim kadını deme anneye Kaltakinyum elemeneti seni!

01 Aralık 2005

Buket Uzuner hakkında karaladıklarım!


Buket Uzuner, “İki Yeşil Susamuru” ile hayatıma girdiğinde henüz ilk gençliğimi falan yaşamıyordum! Basbayağı çocuktum! “Kitap oku!” emirlerine direnç göstererek geçirdiğim yıllara son noktayı Buket Uzuner’le koydum. Hala öyle “kitap kurdu” kategorisinde göremiyorum kendimi. Ama epeycedir kitapları adamakıllı seviyorum. Bu sevginin annesi olan yazara teşekkürlerimi sunuyorum. Sağolsun...
Üniversitenin ilk yılında, ODTÜ-Türk Dili bölümünün peynir gibi kokan salonlarından birinde ilk sunumumu yaparken de aklıma gelen ilk isim O’nun ismiydi.
Kendimce üst üste koyduğum minicik kitaplığımda Buket Uzuner’in yeri her daim bir başka oldu. Kızılay Konur Sokak’ta bir kitabevinde -Kitabevi kapanınca yerine köfteci açıldı sonraları- kitaplarını imzalatma ve kendisini tanıma fırsatı da bulmuştum üstelik. “Şairler Şehri” nin kapağındaki imzaya tekrar tekrar bakarak ve defalarca zevkle okudum.
Sonraları “Uzun Beyaz Bulut-Gelibolu” kitabının reklâmlarını Bahçelideki ilan tahtalarında görünce; hevesim kaçtı. Bir parfümün ya da bir spor markasının reklâmlarını görmeye alışkındım ama sevdiğim bir yazarın yüzünü ve kitabını çarşaf çarşaf ilanlarda görmek nedense hoşuma gitmedi. Duygusal bir tepkiydi belki ama kitabı okumayı uzunca süre erteledim. Ne zaman ki poster duvarlardan indi. Kitap sükûnetle raflardaki yerini buldu. Ben de o zaman okudum romanı.
Hala ara sıra yazarın http://www.buketuzuner.com/ adresinde yer alan internet sitesine girip, bir bakıyorum. Biliyorum ki sevdiğim başka yazarları o da seviyor. Kitap okumayı bana sevdiren bu kadındın tıpkı benim gibi küpe takmaktan vazgeçemediğini öğreniyorum. Bir ortak yan daha bulmanın verdiği o çocukça sevinçle işte bu satırları karalıyorum!