29 Ocak 2006

Çarşamba Kestaneleri

Geçtiğimiz çarşamaba akşamki kestane partisinden söz etmemek olmaz! Ankara kar altındaydı hani. Yolar kapanmıştı. Otobüsler güzergah değiştirmişlerdi. Şehirde kimsenin burnunu dışarı çıkartmaya niyeti yoktu! Ama arkadaşlarım zorluklardan yılmadan geldiler. Evimi şenlendirdiler. Ayaklarına sağlık. Songül desen taaa Of'tan kalktı geldi. Fuat desen Denizli'den...
İşte o akşamın muhteşem fotografları!


(Serdar'ın dediği gibi daha da çoğalmak dileğiyle!)


(Sağladığı lojistik börek desteği için anneme sonsuuuz teşekkürler:)


(Ve işte kestaneyi çizenler:)

Okul biteli 6 aydan fazla oldu. Toplantılar yapılırken zaman zaman eksikler, gelemeyenler oluyor. Bir yandan çoğalırken, bir yandan azalabiliyoruz. Şairin dediği gibi "Bitmeyen işler yüzünden." Dileğim odur ki; az da olsa görüştükçe güzel gülüşleri paylaşmak dileğiyle. Çarşamba, kestane falan hepsi bahane!

27 Ocak 2006

Karikatürize Didem

Karikatürize insanlarız. Yalan olduğunu iddia eden varsa beri gelsin. İşte kanıtı. Üniversiteye hazırlanırken bir arkadaşımın çizdiği karikatürler!
Sayısal 6 zikikleri!
Bu karikatürlerdeki bütün karakterler gerçektir:)











Karikatürleri çizen arkadaşım Erkan'a namı diğer "Laz"a teşekkürler!

24 Ocak 2006

Sevgili Hayat


Hadi tiyatro’ya gidelim diye ne çok söyledim... Devlet tiyatrolarının Eylül kitapçığı, Ekim kitapçığı, Kasım, Aralık... derken; bugüne aldım biletleri. Heyhat! Bugün de kar yolları kapadı.

Perdeyi aralayıp yoldan araba geçiyor mu diye epey bir kolaçan ettik annemle. Sonra giyindik sarındık taktık eldivenlerimizi ve düştük yollara. En kötü bir kar yürüyüşü yapmış oluruz. 50. adımda şöyle bir geriye bakıp; “yahu dönsek mi acaba? Bu gidişle yarınki matine zamanına anca tiyatroda oluruz.” dediysek de; dönmedik yolumuzdan. Girdik kol kola; düştük yollara.

Sakarya Caddesi'nden birer bardak sahlep alıp, elimizde tütün bardaklarımızla tiyatroya ulaştığımızda; tiyatronun sokaklar kadar tenha olmayışına sevindik! Tam o sırada salondan fuayeye doğru bir kara kedi atladı! Ortalarda koşuştu. Kara kediyi fare sanan telaşlı teyzeler koyuverdiler çığlıkları. Hayvancağız kendini dışarı atmanın telaşında, Yeni Sahne’nin kısa bir zaman sonra yıkılacak camekanlarına vurdu başını. Bir değil, iki değil. Güvenlik görevlisinin kapıyı açmasıyla, kendini karlara atan kedicik rahat bir nefes aldı.

Oyunun Adı: Sevgili Hayat. Aslında oyunun premierine gitmeyi çok arzu etmiştim. Cenk (Güray) Hoca’nın ve aynı sahneyi paylaştığımız diğer müzisyen arkadaşların oyunun müziklerinde emeği olduğunu duyunca iyice heveslenmiştim oyunu görmeye.

Sevgili Hayat henüz perdeler açılmadan Ege müzikleriyle arz-ı endam etti. Bir de baktım ki sol ayağım benden habersiz tempo tutuyor. Oyun boyunca şarkılar aldı götürdü bizi. Rum şivesiyle kurulan cümleler söylenen şarkılar pek güzel idi! Hele Eleni’nin (Aslı Kılan) çıplak sesle söylediği o şarkıdan bahsetmemek oluuuur?

Sevgili Hayat oyunuyla Ankara’nın yolları kapayan kışına inat; bir bahar vakti gittik Smirnos’a. Deniz kokusu geldi burnumuza. Martı sesleri duyduk. Yazlık elbiseler içinde eteklerimiz uçuştu! Mübadele yıllarının İzmir’ine, Eleni ve Lena’nın yaşamlarına dokunduk. Ve malum ya zamanı gelince oyun bitti! Biz de iyisi mi ellerimize eldivenlerimizi takıp Canım Annem’le yola koyulduk!

Dönerken karlarla aydınlanan yollarda, kulaklarımda sesler uğulduyordu:
“Dostlukların da kaderi vardır Lena!”
“Kadınlar yaşamları boyunca gözlerde hep ilahi aşkı ararlar.”
“İnsan toprağa bağlıdır. Doğarken de ölürken de aynı toprakta olmak ister!” diyordu birileri. Ve dilim "Bir gemim var amman adalara yaslanır." diye bir şarkı tutturmuştu çoktaaan!

23 Ocak 2006

Kar altında yoksun bir Leyla

Bina sıcak. Üçüncü kata doğru adımlarımı hızlandırırken, soğuktan üşümüş parmaklarım yavaştan kendi rengine dönmeye başlıyor. Başımdaki bereyi alıp çantama tıkıştırıyorum. Çantamın diplerinden cep telefonumu bulup; sesini kapatıyorum-kimsenin aramayacağını bilsem de....

Kapıyı yavaşça itekleyip, rengi griye dönmüş halılara basarak sessizce ilerliyorum. Binanın büyük pencerelerle ışıyan tarafına yerleştirilmiş masalardan birinde yer buluyorum kendime. Hışırtılar arasında kışlık giysilerimden kurtuluyorum. Bu arada gözler süzüyor beni. Onca sessizliğin arasında gürültünün sebebi sayılırım ne de olsa!

Gıcırdayan bir tahta iskemleye yerleşiyorum. Ve pencereden dışarı fırlatıyorum bakışlarımı. Karın yükü altında dallarını eğmiş çam ağaçlarının oluşturduğu o manzaraya, manzaranın biraz gerisinde bastığım halılardan daha da gri o şehre bakıp; derin bir nefes alıyorum. Kış soğuk. İçim sıkkın. Bir süre öylece kalıyorum...

ODTÜ Kütüphanesi’nin o sıcak, uğultulu ama sessiz 3. katından kim bilir kaç kez baktım ben o manzaraya. Yine kar yağıyor Ankara’ya. Şimdi orada olmasam da, aynı manzarayı görüyor gibi oluyorum.

Nerden geldi şimdi kütüphane aklıma? Cumhuriyet Gazetesi’nde Leyla Erbil’ e ilişkin bir haber okudum. Yazarın rahatsız olduğunu öğrendim. Okunacak listesinde dolabımın kapağına iliştirdiğim “Hallaç” akıma geldi. Sonra ODTÜ Kütüphanesi’nin raflarından aldığım bütün diğer Leyla Erbil kitapları. “Karanlığın Günü”, “Tuhaf bir Kadın”, “Mektup Aşkları” “Gecede”, “Eski Sevgili”... Yeniden okumak istedim hepsini. Sırayla. Bir kez daha. Ne çok sevmiştim onları ben kimi satırara takılı kalıp tekrar tekrar okurken.

Ah! Ödünç alınarak okunmuş kitapların bende bıraktığı o yoksunluk hissi... Halbuki arada bir dokunup sevmek istiyor insan kitaplarını. Karıştırmak, bir iki sayfasını okumak, özlem gidermek. Ve sonra onlara ayrılan yere özenle yerleştirmek.

Ankara, kar, kitap, ODTÜ, Leyla Erbil, özlemek, yoksunluk... Derken.... Birazdan çıkacağım karla kaplı Ankara sokaklarına. ODTÜ’nün bana kattığı güzel insanlardan biriyle özlem gidereceğim. Bir kitapçıya uğrayıp kendime “Hallaç”ı alacağım. Velhasıl, yazarların kar altında kalan kozalaklardan bile daha çok üşüdüğü bu yerde, kendimi bir yoksunluktan kurtarmanın telaşına düşeceğim.

21 Ocak 2006

GONE WITH THE WIND


Rüzgar gibi geçti!
Fimin adı dillere pelesenk olmuştu da, filmi görmek kısmet olmamıştı. Filmi bugün Umut'cuğumun evinde izledik. Pizzalar güzeldi. Zaten ortam samimi ve sıcak :) Herşey güzel başladı. Önce kabarık etekler uçuşmaya başladı ortalarda, kocaman şapkalar ve beli 50 cm yapan korseler belirdi. Manzaralar deseniz pastel renklerde ve her biri ayrı güzel fotograf karesi.
Tatlı tatlı başlayan hastalıklı aşklar ve savaş hikayesi ilk CD nin bir türlü bitmemesiyle bizde yavaş yavaş yan etkilerini göstermeye başladı. Sonuç olarak film 4 saat sürdü! Filmin tümünü anlatacak değilim. Oturun! Sabredip izleyin! Görün! Buna değer!

Bu filmden alınacak dersler: (liste uzatılabilir, hatta filmden bile uzun olabilir!)
-Ölecek olsan da sevgiliyi, kocayı, karıyı kimseye emanet etme!
-Parayı çok seven insandan, özellikle kadından, uzak dur!
-Geçmişin boklu defterlerini kapatmakta yarar vardır; hastalıklı ilişkilerin ömürleri yemesine izin verme!
-Bağlanacak bir avuç toprağın, bir dikili ağacın olsun!
-Mümkünse çocuk yap ama ata bindirme!
-Kadın dediğin güzel olmaktan beğenilmekten hoşlanır kardeşim! Ama artık beli 50 cm olan kadın yok bu biline!
-Dünya dediğin .rospuların ve .ezevenklerin dünyası olabilir, iyi niyetli ol ama yine de dikkat et!

11 Ocak 2006

Kuş gribine duygusal bir yaklaşım!

Ne katliam dolu bir tatil yaşıyorum Allahım! Ben günleri katlediyorum. Müminler kurbanları. Ve yetkililer! de kuşları katlediyorlar. Benim günlerimle kurbanların katloluşu dünyaya geldim geleli görmeye alışık olduğum türden. Ama kuşların katledilmesi ilk defa başımıza geliyor. Hatta bu öyle bir durum ki; Uzakdoğu’dan sonra Dünya ‘da ilk defa bizim başımıza geliyor!

“Uzak Doğu’dan buraya gelinceye dek bu kuş gribi denen virüs başka hiç bir ülkeye değmeden geçti de ille bizde mi o kadar hayata teğet geçti? Öyleyse neden?”

Merak eden tarafım kendi kendine soruları sıralayadursun; üzülüyorum bu yaşananlara... Ekranlardaki o görüntüler hakikaten dayanılır cinsten değil. Canlı canlı yakıyoruz hayvanları. Nerde kalıyorsa insanlığımız? Bütün bu harala-gürele içinde, önlemler almanın, salgınla başa çıkmanın ve daha insani bi yolu olmalı! OLMALI!

Bilenler bilir; Hayvan sevgisini karikatürize eden El Mayra adlı bir çizgi film karakteri vardı. Şehirde doğup büyüyen bir çocuk olmama rağmen, bahçeli evlerde büyümenin getirdiği “El Mayra” vari bir çocukluk yaşadım ben. Çok hayvanım oldu: kedi, köpek, kuzu, tavşan, ördek, hindi, tavuk, muhabbet kuşu, balık ve hatta kara kaplumbağası.

Mesela bahçemizde yaşayan paçalı karı-koca tavuklarımızın bir kümesi yoktu da akşam ezanında evleri olan karton kutuya kendiliklerinden girip yatıyorlardı. Hafta sonlarında bizimle birlikte anneanneme araba ile seyahat ediyorlardı. Köyden gelirken bana hediye edilen o yavru ördeği bahçede az kovalamadım ben. Kırmızı leğene su koyup az yüzdürmedim canlı ördeğimi. Ellerimle az beslemedim.

Minicik birer yavru iken aldığımı hindilerin komşu evlerin çatısına uçacak kadar büyümeleri anneannemi her kızdırdığında bize telefon ediyordu kadıncağız bir kızgınlıkla: “Alın şu hindilerinizi artııık!”

Dolayısıyla çok taze yumurtalar yedim ben. Kümesten yumurta almışlığım da var. Bahçede yumurta aramışlığım da.

Ne yazık ki bütün bunlar mazi oludular artık! Çocuklarımız, bu gidişle anca hayvanat bahçesinde görecekler tavukları, ördekleri, kazları. Biz de “Aman çocuğum!” diyeceğiz. “Virüslü onlar. Yaklaşma ölürüsün!”

Bana kalırsa insanoğlunun o yıkıcı katledici tarafı yarattı bu ölümcül virüsleri. Hatta belki de kendi ellerimizle yaptık onları kim bilir. Kendi ellerimizle saçtık virüsleri masun hayvanların üzerine; tüm dünyaya yaysınlar diye. Öldürmeye, yakıp yıkmaya meraklı tarafımızın eseri işte tüm bu yaşananlar.


Düşünüyorum da iyi ki bahçede kışları ekmek attığımız serçelerden ve kumrulardan başka bir hayvanım yok. Daha da çok üzülecektim sonra. Daha da çok içim acıyacaktı. Zaten kaç gündür aklıma takılıp duruyor: Ankara’nın simgesi Kuğulu park’taki kuğuları da katledecekler mi acaba? Onları da o zarif duruşlarına inat; çirkince öldürecekler mi? Belki... Belki o kuşları yaşamdan silecekler ama, çocukluk anılarımdaki yerlerinden asla...

Kuş gribine duygusal bir yaklaşımla diyorum ki: Böyle bir şey bir daha hiç yaşanmasa!

06 Ocak 2006

Kurban bayramı, tatil ve hayaller.



Haydeeee bugün son, yarın çekiliyooo! Evet bu tatil gerçekten bana – ve tabi bir çoğumuza-piyango gibi gelecek. Mesela sabah uykusu! Şöööyle yorganla yastıkla keyif içinde oturmak, kitap okumak. Sabahları radyonun neşe içinde evin sınırlarını doldurması.Kikir kikir, hatta bazen 9/8 lik göbekler atarak, güne başlayıp uzuuuuun upuzun kahvaltılar yapmak, anacığımla sohbet ve çay keyifleri ....

Bu tatile ilişkin ne kadar çok da hayal biriktirdim. Bu biriktirdiklerimin devrilen domino taşları misali senkronize bir halde hayal kırıklıkları olarak bana geri dönme ihtimali de yok değil, ama olsun hayal hayaldir! Kurmadan olmuyor!



Sabah uykusu uyumaktan söz ettim, kitap okumaktan... Cemil Meriç-Bu ülke okunacak önce, İhsan Oktay Anar-Amat okunacak, bulunursa İngeborg Bachmann MALİNA okunacak –bulursanız sevinirim!- Evimde zaman geçirmek istiyorum özellikle! Yolunu unuttuğum mutfağın yolunu yeniden bulmak ve yemek pişirmek istiyorum. Tatlı, meyveli ekmekler için kuru üzümleri alıp hazır ettim bile. Sonra, el işleriyle uğraşmak... Tekir kediler misali yumakları salonun ortasına dökmek. Söz verdim anacığıma şapka öreceğim mesela....




Öte yandan ben kendimi biliyorum. Hem zaten bu benim ilk bayram tatili deneyimim de değil. Ne zaman işim gücüm bitip de evde zaman geçirmeye başlasam; huzurum 3-4 gün sürüyor. Biyolojik saatim sabahın 7’sinde uyandırıyor beni. Evin içinde deli danalar gibi dolanıp yapacak iş arıyorum kendime. Annemin bayram temizliği çılgınlığına ortak olmak beni çılgına çeviriyor. Sonra bayram gezmeleri misafirler. Huzur içinde iki satır okuyayım derken kapının çalması... Misafirlere hiç sevmediğim halde çay demlemek, severek türk kahveleri pişirmek.... Tatlılarla dolmaları birbirine değdirmeden aynı tabağa askeri bir intizamla yerleştirmek... Tatil hayallerinin tatlılar, dolmalar, misafirlerden mamul bir sis bulutunun içinde silinip gitmesi.

Bi de her bayram tatilinde arkadaşlar, dostlar, sevdiklerim memleketlerinin yolunu tutuyorlar! Sevdiklerinin yanına doğru. E tabi haklı olarak. Göbek bağı Ankara’nın göbeğine atılmış yılmaz bir Ankara bekçisi olarak içerliyorum bu işe. Hem de her seferinde.

Özetle bugün planlarla ve hayallerle dolu bir başlangıçta duruyorum! Durduğum yerden herkese iyi tatiller ve mutlu bayramlar diliyorum.

03 Ocak 2006

Bir hey hey vakti!

Bu yazı 29/10/2001 tarihinde yazılmış. İnsanlara, sözlerine, edimlerine kızdığım heyheylendiğim, ne yapacağımı bilmediğim günlerde karalanmış bir yazı işte... Birbirimizin yaşamlarını kendi pencerelerimizden uzattığımız zehirli sarmaşıklarla sarıp sarmalayışımıza bir ithaf belki! Sevgi ve şevkat ihtiyacımızın alet edilişine gösterdiğim bir başkaldırı... Bütün bunları elmalı mandalinalı bir söylemle ifade etmiş olmam şimdi gülümsetiyor beni. Bu satırları bir tarihte canım arkadaşım Özge'yle de paylaşmıştık. Kulakları çınlasın!



Sanırm kimileri “elmanın öte yarısı” nı arıyor. Biz kadınlar böyleyiz. Yaşamımız elmanın öte yarısını aramakla geçiyor- oturduğumuz semtteki bütün manavların yerini biliyorum ben bu yüzden-. Ne zaman bir ilişkiye başlasak telli duvaklı gelinliklerin gümüş çerçeve içerisinde komidinin üzerine; parfüm şişelerinin tam da yanına konmuş bir fotografı geliyor gözümüzün önüne.
Bu belki bir güven, bir tutunacak dal arayışı. Aradığın insanı bulmak sığınacak bir liman, sıcacık bir omuz başı ne bileyim işte sevgi, şevkat, huzur... Bütün bunları bir arada bulabileceğini sanarak kendini kandıran bir umut, bir yaşama tutunma çabası.
Oysa biz kadınlar birer kazanovayız. Her limanda bize el sallayan bir sevgili bırakmak bizim de hoşumuza gidiyor aslında. Kabarık etekli, sarışın, genç ve güzel kadınların filmlerdeki sahnelerini gerçek hayatta yaşama fantazisi bizimki. Gemi limandan ayrılırken suya bırakılan ipek bir mendil.
Limanda bıraktıklarımızı yaşadıklarımızı asla unutmadan öteki limanda “aranan insan”ı bulmak umudu içimizi yakarken, çekip gidiyoruz başka limanlara.
Sonra şartların sürüklediği limanda diğerlerinin, toplumun, herkesin, konu-komşunun; onayladığı, sevdiği, beğendiği, kıskandığı, içten içe nefret ettiği birini takıp kolumuza, giriveriyoruz o küçük gümüş çerçevenin içine. Yerimiz parfüm şişesini yanı; o da eğer varsa...
İşte bunun adı mutlu son. Soba sıcak. Ev mandalina kokulu. Kestaneler kebap. Çoluk çocuk daha ne ister insan! Konu açıldığında durum hep böyledir. Her yer günlük güneşlik; ortalık aydınlıktır. Kimse soğuktan, geceden, kopup giden ilişkilerden, unutulan arkadaşlıklardan, yanmayan sobadan, acıkmış arsız çocuklardan, etrafı kötü kokuların sardığı cehennem sıcağı yaz gecelerinden dem vurmaz. Film kimi sahneleri makaslanark gösterime girer.
Sonra bir de görünmez mahkeme vardır; saadet yuvalarının orta yerine kurulu. Mutlu sona itiraz edecek olursan derhal devreye girer. Yargıç hemen kalkıp “seni de görürüz iki sene sonra, biz böyle söyleyenleri çok gördük” deyiverir. Çileden çıkar insan, çıkar ama nafile.
Bilmiyorum! Ben de bilmiyorum. Yaşamım manav manav gezip elma alarak mı yoksa mandalina kabuklarını sobanın üzerine dizerek mi geçecek ben de bilimiyorum. Zaten elmayı oldum olası severim. Şu aralar alıp elime elmamı sokaklarda yiyorum.

02 Ocak 2006

Yeni bir yıl-24


Yeni bir yıl...

Aralık dediğin, Ocak dediğin, yıl dediğin, ay dediğin hepsi birer kurmaca. İnsanoğlunun zamanı tanımlama çabasının ürünü. Her biri için sözlük anlamı bir tek ama kim bilir kaç tane işlevsel tanımlama “operational definition” barındırıyorlar o üç beş harfin içinde. (Sanırım son demlerini yaşadığım research dersinin fazlaca etkisinde kaldım.)

Yeni bir yıla girerken geride bıraktığım yılın kendimce bir muhasebesini yaptım. E ne de olsa baba mesleği değil mi?

Çok üzüldüm. Çok yorgun hissettim zaman zaman. Yaşamın yükü omuzlarımdan taşıp yerlere dökülüyor gibi oldu. Destek aldım. Destek oldum dostlara. İlk kez cübbe giydim sırtıma sonra. Bir de kep taktım başıma (anneme jest olsun diye) Sahneye çıktım. Türkü söyledim. Konser sundum. Türküler öğrendim. Kitaplar okudum. Ders dinledim. Ders anlatım. Bir sürü çocuk kucakladım. Parasız kaldım. İş aradım. İşe başladım. Yüksek lisansa kabul edildim. Defalarca sınava girdim. Defalarca sınav yaptım. Yeni insanlar tanındım. Yeni arkadaşlıklar kurdum. Yeni yerler gördüm. Yeni yemekler tattım. Denizle kucaklaştım. Bazı zaman umutsuzluğa düştüm. Bazı zaman kendime yeni umutlar edindim.

Ve en güzeli âşık oldum.

Yeni bir yıla başlarken içinde sağlık, mutluluk, huzur, sevgi bereket, bolluk sözcüklerini barındıran nice dilekler diledi herkes. E tabi ben de. Bu yeni yıla ben, mutlu olmak için önce bunu istemek; sonra da emek sarf etmek gerektiğini bilecek kadar büyümüş biri olarak giriyorum. 23 yaşındakilere “vaaauw ne kadar da büyük” diye düşünerek baktığım günleri anımsayıp gülüyorum. Sanırım 2006 yılı ile birlikte 24 oluyorum