31 Mart 2006

Konser Konser Üstüne

Perşembe akşamı "İNCE SAZ"ı, Cuma akşamı ise İlkyar yararına verilen konserde "Vedat Sakman" ı dinledim Odtü Kültür Kongre Merkezinde. Konser konser üstüne.... Melahat Gülses'siz bir ince saz konseri çok da tatlı gelmedi damağıma lakin Vadat Sakman konserini kulisten dinlemenin tadı bir başkaydı doğrusu.

Koşturuyorum. Koşturuyoruz. Ayaklarımızın damarlarına dek yayılan bir yorgunluk, bir huzursuzluk, telaşe... Haftaların nasıl geçtiğini anlamıyorum.Bir yerler hep eksik. En güzel yaşanacak, en tad alınacak anlar hep yarım; hep sallantıda. Gözümü yorgun sabahlara açıyorum. Öyle zamanlar oluyor ki bu yorgunluk ilişkilerime yansıyor. Anacığımın yanağına bir öpücüğü zar zor konduruyorum arada derede. Hep bir telaşenin gölgesinde. Dün akşam Vedat Sakman'ın müziklendirdiği behçet Necatigil şiirini belki on kat daha fazla sevdim bu yüzden. Yaşamalı, vakit olmadı demeden!
Siz böyle olsun istemezdiniz
Böyle olsun istemezdiniz
Bir bakış bile anlatmaya yeterken herşeyi
Kalbinizde kaldı hisleriniz

Sevgileri yarınlara bıraktınız
Vermeye az buldunuz yahut vakit olmadı

Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek
Yılların telaşlarda bu kadar çabuk geçeceği
Aklınıza gelmezdi

Siz böyle olsun istemezdiniz
Böyle olsun istemezdiniz
Bir bakış bile anlatmaya yeterken herşeyi
Kalbinizde kaldı hisleriniz

Sevgileri yarınlara bıraktınız
Vermeye az buldunuz yahut vakit olmadı
Gizli bahçelerinizde açan çiçekler vardı
Vermeye az buldunuz yahut vakit olmadı

Sevgileri yarınlara bıraktınız
Vermeye az buldunuz yahut vakit olmadı

28 Mart 2006

Bahçemde bahar




Bahar geldi! Sonunda! Bekliyordum. Bademler, zerdaliller çiçeklendi. Yaz saati uygulmasıyla aydınlıkta varıyorum ya evime; gün ışığından nasiplenip bahçemden bahar manzaraları yakaladım işte. Hele vişneler açsın siz bir de o zaman görün!

27 Mart 2006

Humanism! mi?

When I was reading this week’s report about “Humanistic Approach” in education, I thought that I should write some words about this subject.Let’s get started with a nice! Sentence:
“We can not teach a person directly; we can only facilitate his learning” (Carl ROGERS)

I have heard this sentences maybe million times during my undergraduate study. But still the question of “How?” stays unanswered for me. That is maybe because of the deep gap between the “theory” and “practice” in education. As a “fresh” teacher, I’m trying to answer this question by applying my own methods. And I’m sure that most of the teachers get older while trying to give the answer to this question.

Anyway! While reading about another humanistic Maslow. I came across that famous ladder (or pyramid whatever you call it!) of needs. He claims that first hunger, thirst, bodily comforts (psychological) needs should be met. Then safety needs… After then belongingness and love needs… And lastly, the need of esteem should be satisfied. At the top of the hill there stays the “self-actualization” However; the problems that I’m facing nowadays force me to stay in the opposite site to Maslow. Here is a famous saying:
“If any need is fully satisfied, there appears no way to motivate students.” (Didem AVDAN)

By the way, is there anyone who has a solution to the conflict between two opposing needs which are belongingness and self-fulfilment needs? To feel the love and safety, to meet the need of knowing and understanding, to become everything that one is capable of becoming… An impossible design of multiprocessing!

21 Mart 2006

Zambak çeşitlemeleri





Amatör fotograf makinam, annemin gözü gibi baktığı çiçekleri, siyah fon dedikleriyse basbayağı annemin siyah yeleği!

Anne olmak!!!

Biz kadınlar belli bir yaşa gelince sanki gizli bir düğmeye basılmış gibi "ÇOCUUUK" diye bağırmaya başlıyoruz. Akşama kadar çocuklarla uğraşıp bıkkınları oynayan ben bi bakıyorum ki çocuklardan biriyle kucaklaşmışım; sevgi yumağı olmuşum. Ya da "Bu çocuk şimdi niye böyle davranıyor?" diye kafa yormaktayım. Bulunduğum yer itibariyle çocuk- anne ilişkilerine durmaksızın şahitlik ediyorum. Kendi içimde de bu annelik, modern annelik hallerini sorgulayıp durmaktayım. Az önce bloglar arasında yemek tariflerine bakarken bir annenin yorumlarına rastladım. Bir annenin ağzından yaşamında meydana gelen değişiklikler... Buyrun, tıklayın...

18 Mart 2006

Bizi madara eden Piyale Madra


Ademler Havvalar... Kadın erkek ilişkileri anacak bu kadar güzel irdelenebilir. İki satırcık yazı ve konuşan çizgiler... Helel olsun Piyale Madra'ya. Bugün yine çok güldüm ona! Karikatürün kraliçesi! Bizi madara eden Piyale Madra :)

17 Mart 2006

Jean D'arc'ın Öteki Ölümü


İptal edilen turneler, dostların uygun olmayan programları gibi ardı ardına gelen aksiliklerin sonunda; dün akşam Jean D'arc'ın Öteki Ölümü Adlı oyunu ODTÜ KKM'de izleme fırsatını yakaladık.Şöyle bir düşündüm de; öğrencinin, orta gelirlinin, bir tiyatro oyununu izleyememesi, "sanatseverin gerçek ölümü" diye adlandırılabilir galiba. Nakit paraya satılan indirimsiz biletler, Ankara'da akşam saati toplu taşımla eve gitmeye çalışma eziyeti, bir de üzerine son demlerini yaşayan kar ve soğuk hava. Uzun lafın kısası, öğrencilik günlerimi unutmadım!

Yazan : Stefan Tsanev
Çeviren : Hüseyin Mevsim
Yöneten : Kemal Aydoğan
Tanrı:Haluk Bilginer
Cellat: Emre Karayel
Jean D'arc: Esra Kızıldoğan Uygur

İktidar, Tanrı, inanç, para, güç kavramları üzerine Tanrı'nın sohbetine böyle gülüyor demek insan. İnsan=Tanrı'nın sureti... Hmmm demek Tanrı bu yüzden ağlıyor... Tanrı bile yeri gelince oğluna söz geçiremiyor:) Ve "bakire!" dendi mi o bile bir garip davranıyor. Tanrı bizi korusun bitmek bilmez .m davasından; iktidar hırsının her türlüsünden; kuşların uçmak bilmeyeninden...

Televiyondaki oyunculuğunu bir türlü sevemediğim Haluk bilginer'in, evrim teorisini tanrının dilinden anlattığı öyle bir sahne vardı ki; aşk olsun dedirtti bana. Tiyatrocuyu sahnede izlemek gerek. Nokta. Yine ekrandan tanıdığım bir oyuncu olan Emre Karayel'in oyunculuğu da ağızlarda hoş bir tad bıraktı. Gel gelelim, Esra Uygur'un uzun ve oyunun çok kritik noktalarını oluşturan repliklerinde ilgimi toplamakta zorlandığım anlar oldu doğrusu. Esra Seyirci üzerinde hakimiyetini kuramadı bana kalırsa. Velhasılkelam iktidar dediğin her yerde; tiyatro sahnesinden, ikili ilşkilere... oradan taaa uzayın derinliklerine...

12 Mart 2006

PAZAR MAKARNASI


Tembellik. "Yarın yine pazartesi yahu; bu ne genişlik?" diyebilirsiniz. Deyin! Diyin. Oturun bi güzel makarna yiyin! Geç kalktım. Sabah uykularını seviyorum. Yürüdüm. Ter atmayı seviyorum. Gazetelerimi okudum. Türk kahvesi yudumladım bahçemde ki bu artık adam akıllı bahar geldi demektir. Bütün gün rahat kıyafetlerimin içinden çıkmadım. Makyaj yapmadım. Oturdum makarna yaptım! Canıma değsin...

05 Mart 2006

Jack ve Rose'un şarkısı

Pazar pazar IF(İstanbul film festivali)Ankara kapsamında gösterilen filmelerinden birini izledik Okan'la. Daha önce kaçırılmış bir festival filmi vardı. Bu kaçırılmamalıydı tabi ki! Migros gezildi. Alışverişler edildi. Film izlendi, keyifle. Mısırlar bol tuzlu, bol yağlıydı. Pizza her zamanki gibi iştah açıcı. Ve kahve. Sohbetlerimizin olmazsa olmazı. Oooh mis kokuluydu vallahi!

Birazdan istatistiki dünyada kaybolacak olan bir master öğrencisi olarak, önce filme ilişkin bir kaç satır yazmak istedim.


Filmin orjinal adı "The Ballad of Jack and Rose. Rebecca Miller tarafından yazılıp yönetilen film 2005 yapımı. Baba-kız ilişkisinin çarpıcı biçimde ele alındığı film, çocukluğumun bahçelerinde açan çiçeklerle başladı. Rüzgar güllleri, deniz manzaraları ve huzur verici bir ada sessizliği içinde sürüp giderken; bir avuç insanın bir anda karmaşıklaşan ve neredeyse çıkmaza giren ilişkilerinin içinde buluverdik kendimizi. Başlangıçta kopuk ve anlamsız gelen bütün baba-kız diyalogları ilerleyen sahnelerde yerini ve anlamını buldu. Bambaşka bir dünyayı hayal eden 70'lerin "hipi" gençliğinin, her şeyi doğru yapmaya çalışırken yaptıkları hatalar, bilye taneleri gibi ortaya saçıldı. Film boyunca "materyalizm", "özgürlük", "gençlik" ve "yenilik" gibi kavramların sonlarına eklenen soru işaretleri, pek tabi ki konudukları yerde duruyorlar şimdi. Bunun yanı sıra pek çok güzel fotograf karesi de duruyor, yerli yerinde!

Filmin eksik tarafları da vardı tabi... Yine de anlatmak istediğini sadelikle anlatmış bir film rahatlığıyla bitti bana kalırsa. Rose'u alevler içinde değil de; çiçekler dikerken bırakmak; umudunu/umutsuzluğu sorgulamaktı birazda!
Ve filmin şarkıları... Güzeldiler! Gerçi filmin sonunda bütün şarkıları okudum ama; Bob bylan'ın ünlü "One More Cup of Coffee"si dışında hiç birini hatırlamıyorum. Üstelik IMDB'de de bulamadım.

Neyse! Keyifli bir pazar gününün ardından kendimi istatistiki bilgilere gark ediyorum. Kulaklığımda bir şarkı... Bu kez Sertap söylüyor:One more cup of coffee for the road...

01 Mart 2006

Dün gece cehaletimizden biraz aldırdık!


Sabah çok erken başlayan, sunumlarla süren bir günün akşamında, Hacettepe Üniversitesinin M Salonunu hınca hınç dolduran kalabalığın arasına karıştık dün. Hacettepe Senfoni Orkestrası konseri için. Daha önce de orada konserlere gitmiş biri olarak bu kalabalığı pek anlamdıramamıştım başta. Cehaletime verin! Gülsin Onay adını duymamıştım. Dün gece öğrendim.

Chopin (şopen) adı bana hep Türkan Şoray'ın şarkıcıyı; Kadir İnanır'ın yakışıklı ve gizemli besteciyi canlandırdığı Türk Filmini anımsatır. Hatırlıyoruz değil mi? Ancak dün akşam Gülsin Hanım'ın piyanosundan çıkan Chopın'ın 2. piyano konçertosunun nağmeleri ile çağrışımlarım farklılaştı. Enstrüman çalan insanlara olan hayranlığım perçinlenirken cehaletimden biraz aldırdım. Dün akşam için, konserden haberdar eden arkadaşım Şahap'a, bizi misafir eden ve süper keman çalabilen arkadaşım Seda'ya teşekkürler.