27 Ekim 2006

www.sidikasaka.com

Artık benim de bir alan adım var! Bunun için Umut'a teşekkürlerimi sunuyorum. Herşey Ahmet'in nişanlıya alan adı almasıyla başladı. Kendi ismini taşıyan mercedes marka araba hesabı. Bu bilişsel jeste ithafen yazdığım ileti Umut'u harekete geçirdi. Sonuç olarak "www.sidikasaka.com" adresi benim oldu! Çok hoşuma gitti çoook!

Gerçi Didem Avdan/Sıdıka Saka ikilemi giderek Emile Ajar/Romain Gary ikilemine benzer karışık bir hal alıyor. Umarım Atilla Atalay telif hakkı falan istemez. Malum Sıdıka orta direk bir aileye mensup. Telif hakkı ödeyemez. Hem Samim küplere biner sonra.

25 Ekim 2006

FARKLI bir şeker bayramı blogu!


Bayram geldi de geçti bile. Bloguma bir bayram yazısı eklemeyi düşünürken vazgeçtim. Her türlü medya ile bizlere yüklenen ah o eski bayramlar tadından başka birşey vermeyecekti yazdıklarım. Caydım. Hatırlamak, hatılanmak, tatlılar almak, tatlı sohbetler etmekse niyet; adı bayramsa, seyransa her neyse... Kutlu olsun!

Bayramdan tamamen bağımsız adledilebilecek/adeledilemeyecek bir konu ile karşınızdayım. "Tektipleşme". Evet tektipleşme. Çoğalan çeşitlenen medyaya bilgiye inat tektipleşme. Vitrinlere bir bakın isterseniz şöyle; başınızı çevirip caddede yürüyen genç kızlara, genç adamlara bir bakın! Geçen haftalarda gittiğim film festivalinde de bir baktım, orada da aynı manzara. Aynı tornadan çıkmışcasına birbirine benzeyen insanlar, üniforma giymiş gibiler. Gibiyiz.

Farklı olanı aforoz etmek gibi bir toplumsal haslalığımız var. Yalan mı? Doğru bildiğimiz yoldan gitmeyeneleri önce döndürmeye çalışıyoruz, sonra bağırıp çağıırıyoruz. Artan bir şiddetle yaptırımlarımız değişiyor. Yerine göre yiyecekmiş gibi ifadelerle bakıyoruz. Yerine göre görmezden geliyoruz; ama hep bir karşı duruşumuz, istemez halimiz tavrımız var farklı olana.

Yeni tanışan inansların birbirlerindeki ortak noktaları fark ettikleri deneylerle sabit bir gerçektir. Sonra sonra farklılıklar ortaya çıkmaya başlar. Oysa farklar baştan da vardır, göze sonradan batar. Hadi ikili ilşkileri bir kenara bırakalım; aynı yaş gurubunda aynı hayat devresinde yaşayan her insanın kek kalıbından çıkarcasına aynı model bir yaşamı sürdürmesi mümkün müdür efendim? Dayatmayın! Mümkün değildir! El yazısı diye birşey var. Her yaşam kendi yazısını farklı fontlarda yazar.

Değerli büyüklerim, sevgili küçüklerim. Yaş gurubunuzu göze alarak elinizden, gözünüzden yanağınızdan değişik değişik öperim. Bayramınızı kutlar, selam ederim. Ancak, lütfen farklı bir pencereden bakanın manzarasınında manzara olduğunu zaman zaman da olsa kabul edin. Her pencere ille caddeyi görecek değil ya canım, belki ben arka bahçedeki vişne ağacını göreceğim.

Çeşidiyle, rengiyle, delisiyle akıllısıyla güzel bu hayat. Yürüyenleri durdurmayın, çölme takmaya çalışmayın, duranları dürtmeyin tanrı aşkına! Bakın şeker tabağındaki badem şekerleri bile rengarenk ve bambaşka boyutlarda! Oturun bayram tatlınızı yeyin! Benden fırça yemeyin!

19 Ekim 2006

Kışa serzenişler!


Yazdan kalan bir fotografla başladım söze (Gözlükler Ayşe Arman'a özendiğimden değil!). Özledim de ondan. Yazı şimdiden özledim. İşte kış geldi. İnkar etmelim şimdi. Kasımın eli kulağında. Pat deyip patlayıverecek kasımpatılar penceremin ucunda. Yalana dolana gerek yok! Alınan alınsın, kırılan kırlsın sevmiyorum kışı, yazı seviyorum arkadaşlar yazı. Güzel bir yaz geçirdim avuntum büyük de ondan duruyorum böyle mağrur soğuğun önünde. Ha bir de dururken burnumu çekiyorum. Kıştan hatıra gribimin hediyesi.

Kış dediğin acımasız mevsim. Hikaye gerisi. Güne gözlerimi açıyorum. Bir de ne göreyim? Bir loş, bir karanlık ortalık. İki gün sonra saatlerin ileri alınmasıyla durumlar tersine dönecek. Bu kez de işten çıkışlarımızda karanlık üstümüzü örtecek. Bünyeye az alınan ışığın çağırdığı heyheyler tepemdekiler sanıyorum. Ben sabahları güneşle uyanmak istiyorum!

Mevsimlerden birine üvey evlat muamelesi yapan, şikayetçi huzursuz bir insanoğlu duruşu bu bendeki, farkındayım. Yine de kış gelmeden fıstık yeşili bir atkı ördüm kendime. Severek de üstelik. Yeşil atkımı seviyorum da, çalışırken mouse tutan parmaklarımın üşümesi halini bir türlü içime sindiremiyorum. Yeşil atkıyı seviyorum, soğuğu sevmiyorum!

Çorap üzeri patik, kazak üzeri hırka, yorgan üzeri battaniye gibi çeşitli uygulamlarla şenlenen kış aylarında; soba üzeri kestane kebap, soba üzeri demli çay, soba üzeri çamaşır askısı gibi sıdıkavari ve şirin uygulamalar da oluyor. Lakin bu uygulamalar nostaljisi yapıldığında güzel arkadaşlar. Kömür dolu soba kovasıyla cebelleşirken değil.

Odamın kendini Bodrum, Datça, Kaş ya da benzeri güzide bir sahil kentinde yazlık sandığı, kışları öyle pek de işe yarar bir yer olmadığı göz önüne alınırsa; dışarıda lapa lapa kar yağarken içeride şortla gezilecek denli sıcak bir ev istiyor olmam da şaşırtıcı değil sanırım. İstiyorum! "Bir evi sıcak yapan sadece merkezi sistem değildir!" bunun da farkındayım üstelik. Yaz gibisinden isityorum arkadaşlar! İç açanından, üşütmeyeninden, ruh dinlendireninden, huzurlusundan, sevinçlisinden, çiçeklisinden, müziklisinden, neşelisinden... Mümkünse!

17 Ekim 2006

Bu kaçıncı İstanbul'lu blog dersiniz?


Yine bir İstanbullu blog yazıyorum. Çünkü hafta sonu İstanbul'daydım. Üstün zekalı çocukların eğitimi ile ilgili bir konferansta idim. Konferans ile ilgili söyleyeceklerimi bir kenara ayırıyorum. İstanbul'un nemli ve serin havasıyla palazlanan gribim canıma okuyor. İstanbul gezisinde de canımı sıktı ama; bu Galata Kulesi'nden güneşin batışını izlememe, vapurda sigara tüttürmeme, kahve keyifleri yapmama, Leb-i Derya'da muheteşem bir ortamda akşam yemeği yememe engel olamadı. Bu güzide mekanı dimağımıza kazandıran sevgili Ceren'e sonsuz teşekkürler. Dileyenler mekanı "www.lebiderya.com" adresine tıklayarak tanıyabiliriler.

Gelelim cebimizde sakladığımız seminer konusuna. Semineri veren Dünya'nın en zeki kadını olarak haber olan Nadia Camukova'ydı. Kendi hayatından yola çıkarak üstün zekalı çocukların nasıl belirlenmesi, onlara nasıl yaklaşılması gerektiğine dair aydınlatıcı bilgiler verdi. Özellikle ilk 4-5 yılda şekillenen insan beyni için okul öncesinin ne kadar önemli olduğunu anlattı. Nadia'nın anlattıklarının yanı sıra Türklüğü ve Türkleri ön plana çıkaran duruşu ve en çok da hayat hikayesi etkiledi beni. Einstein ölçeğine göre 200 IQ'lu bir insan olarak okuduğu hiçbir şeyi unutmaması 23 yaşında beyin kanaması geçirmesinin nedeni olarak görülüyor. 23 yaşındaki bu tatsız olay nedeniyle profesörlüğünü 25 yaşında gecikmeli olarak! almış. Bildiği dilleri bir yana bıraktım, ki sunumu mükemmel bir Türkçeyle yaptı, "yeni bir dil öğrenmem en çok 2 ayımı alır." diyor. Gerisini bırakın da en çok bu kısmı kıskandım.

3 yaşında ilkokula başlayan ve sınıf atlayan, 17 yaşında tıp doktoru diploması alan, tarih ve filoloji profesörü olan bu 1976 Moskova doğumlu dahinin biraz da hitabet yeteneği etkiledi bizi sanıyorum. Eğitimciler olarak sadece bugünü değil gelecek yıllrın 2050'lerin sorumluluğunu taşıdığımızı bizlere hatırlattı. Zekayı parçalara bölen çoklu zeka kuramını yerden yere vurdu. Eğitim konusunda sürekli 1'den başlayan ve yerinde sayan ve batı'yı çokca takip, bolca taklit eden tutumumuzu kibarca eleştirdi. Ve zekayı tanımladı:
"Herhangi bir konuda problem çözme, aynı konu üzerinde yeni problemler bulma yeteneğidir!"

Benim önerim ise şu: hiçbir konuda, kimselerin başına problem çıkarmayın arkadaşlar!

11 Ekim 2006

1 Güz, 2 film, kaç hayat?


Dün gece Ankara’ya güzün gelmesiyle palazlanan festivallerden birinde aldık soluğu. Sinema meraklısı dostum Okan’la. Aynı akşam arka arkaya iki filmi izledik. Üstelik sıkılmadan keyifle…

Filmlerden ilki: “Bakire ve Hamile” Türkçe ismiyle, orijinal adıyla “Quiceanera”ydı. Fatih Akın’ın Almanca-Türkçe iki dilli filmlerini anımsatan bir yapıyla İngilizce-İspanyolca olarak çekilen film bir bağımsız Amerikan sineması örneğiydi. Son dönemde izlediğim her Hollywood filminden damağımda hoşlanmadığım bir tadla ayrılan ben; bağımısız sinemanın lezzetinden memnun çıktım salondan. Din, benlik, göçmenlik, ırkçılık, zenginlik, fakirlik, eşcinsellik, çifte-kültürlülük konularına, aile-çocuk, toplum-gençlik ilişkilerine bir yaraya parmak basar gibi dokundu geçti film. 15 Yaşında hem bakire, hem de hamile bir kız çocuğunun pembe elbisesi kadar tatlı esprileri vardı üstelik. Güldürdü bizleri. Bana kalırsa film gösterime girince, bir bardak sıcak çikolatayı avucumuza alıp çekinmeden gitmeli filme. Ha bir de mümkünse filmin müziklerini edinip dinlemeli, zira koltuğumdan kalkmak yerine; dans etmeye başladım filmin bitiminde. İkinci film ise İtalyan yapımı bir filmdi. Yönetmen Nanni Moretti’nin söylemek istediklerini, yarattığı yönetmen Brunu Bonomo’nun dilinde anlatıp; Bruno’nun yaşamında soluk aldırdığını söylersem yanılmış olmam sanıyorum. “Faşizm iki insan arasındaki ilişkide başlar!” diyen yazarı (kim söylemişti bunu?) destekler bir duruşla, yaşamının ağlarını ören her ilişkide bir düğümle yüzleşen yönetmen Bruno, yine de söylemek istediklerini haykırırcasına söyler. Herkesin kendi gemisini yürütmeye çalıştığı bu dünyaya yaptığı gönderme yerini bulur. Üstelik, herkesin kendi gemisi/yatı/takası olsa da; "I can’t take my eyes off you" diyecek birisi vardır. Ne bileyim!Belki de lafı bu kadar uzatmaya gerek yoktur. Her şey bir küçük bir oyuncak parçasında kendi anlamını bulacaktır.

Üçüncü filmse Ankapol sinemasında bizim çektiğimizdi belki... Ben filme bir arkadaşımla geldim. Birkaç yıl önce Kavaklıdere Sineması'ndaki başka bir festival filmine koşarak yetiştiğim başka arkadaşlarım da oradalardı aynı gün. Aynı yerde. Fakat ne yazık ki; başka başka koltuklarda başka başka filmler izledik, başka başka vakitlerde ve bambaşka insanlar olarak. Söze noktayı koyacak lafı Muzaffer etti: “Hayat işte!”

07 Ekim 2006

Yazmak üzerine...


Bu blogu neden yazıyorum? Zamanla değişen anlamlar yükleniyor kendisine. An geliyor köşe yazılarımı yazığım platform oluyor; an geliyor dostlarla, arkadaşlarla hayata dair herhangi bir konu üzerine yorumlarımızı paylaştığımız bir defter. Akşamları günün hesabını tutmaya yarayan bir hesap makinesi görevini gördüğü de oluyor.Sözü uzatmaya gerek yok işte. Yazmak güzel bir eylem. Yazdıklarınızı paylaşmaksa daha güzel. Hele hele yazılarınızın okunduğunu; bir de üstüne beğenildiğini duyuyorsanız; keyfiniz katmerleniyor. Katmerli keyifler yaşıyorum zaman zaman.

Bu blogu neden yazıyorum? Aslına bakılırsa ben kendimi bildim bileli yazıyorum. Evde yüzlerce sayfa var. Hiçbir kategorizasyon yöntemiyle düzenlenemeyecek cinsten. Kimileri defterlere geçilmiş; kimileri oldukları gibi durmakta. Demek ki, ben hayatımın her döneminde sevmişim "yazmak" eylemini. Bir dönem hayatıma giren insanlara ithafen yazmışım, bir dönem sıkıntılarımı dökmüşüm. Her gittiğim yerde mutlaka birkaç satır kaleme almışım ama. Sinop, Adana, Urfa, Didim, Trabzon, İstanbul diye yazıyor tarihlerin altlarında. Geriye dönüp yazılanlara kronolojik bir sırayla bakınca "işte hayatınız" programı etkisi yapıyor. İnsanoğlunun yaşananları kavanozun dibine doğru durmaksızın sıkıştıran; unutmaya meyilli, balık hafızasına uyarıcı bir ilaç etkisi yaratıyor yazılanları okumak. Bakın işte, nasıl da aşıkmışım İstanbul'a bir zaman:

İstanbul gelir ayaklarıma
Gelse de kaçamam
Kapanına sıkıştığım gece
Kaybetiiğim anahtarlığım
Düşerim!
Beyaz yüzlü palyaçonun eline
Anlamını yitirmiş kelimeler
Besler beni
Çocukluğumu, gençliğimi
Sonrası
Eski, uzun bir hikaye
Aynı hayat
Aynı roman
Lekelenir palyaçonun ellerinde
Ve eldivenler...
Beyaz eldivenler kirlendikçe
Susarım!
İstanbul!
Hep sen!
Alabora edersin rüyalarımı
Susutukça
Hep sen!
Kapanırsın ayaklarıma.

2001-ANKARA

04 Ekim 2006

Film+Ekim


Ekim ayı geldi! İşler güçler başımıza sarıldı. Bir telaş bir telaş. Sormayın, bu aralar festivalciler de telaşta. Ankara'da at kestanelerinin tepemize düşmeye başlamasıyla festivaller başladı. Biz de Okancığım ile planları yaptık. Bu güz, festivalinde bir, olmadı iki film göreceğiz. Sonra gezici film festivali gelecek. Ona da bakacağız bakalım. Siz şimdilik festival programı için "www.guzfest.org" adresine tıklayın. Film yorumları kısa süre sonra bu blogda!

02 Ekim 2006

Arjantin Tango


arjantin Tango derslerimizin ilkini bu akşam yaşadık efendim. Yürüdük. "Kadın kaçar,erkek kovalar" doğanın kuralı; tangonun da... Bu ilk kuralla çalışmalarımıza başladık. Gözlerimi kapattım "dansın hakimi"ne bıraktım sözü. Yürüdüm. Gözüm kapalı, ağzım açıktı; zira zevkten dört köşeydim.

Bu biraz eski bir masal aslına bakılırsa. Hacettepe Üniveristesinin Sıhhiye Kampüsü'ndeki Eşli Danslar Kulübü günlerine dayanır masalın tarihçesi. Masal da kadınsal bir arzuya dayanır. Kadın milleti dans etmek ister. Çeşitli engellerle karşılaşır:
1- Ortada dans edecek partner yoktur. Biri ile dans partneri olunur. Fakat o partnerle değil dans etmek; bahsi geçen insanın metre yanınıza sokulması sizi irrite etmeye yeter artar. Bir süre debelenir, sonra vazgeçersiniz. ya da bana öyle oldu!

2- Kadın dans etmek ister adam istemez. Oldukça sık görülen bir vakadır. Bu vakada kadın dans etme arzusuyla yanıp tutşmakta ama partnerini bir türlü razı edememektedir.

3- Vakit yoktur. Bu sonuncu durum ikincinin bir nevi dayanağıdır. "vakit mi var hayatım!" şeklinde vuku bulur.

4- Para yoktur! Bunu açıklamaya gerek de yoktur.

Son 3 maddede adı geçen engeller aşıldı ve ilk ders yapıldı. Engelleri aşamamızda rolü olan Şule'ye bir kez de burdan teşekkür etmek istiyorum. Sözlerime son verirken birkaç da mesaj vermek istiyorum. Erkekler! Daha ziyade erkeğin yönettiği bir ders olan Arjantin Tangoda 3 dakika süreyle bile olsa yönetimi ele geçirmenin tadını çıkarınız! Eşlerinize, sevgililerinize karşı çıkmayınız! Partnerinizin ayağına basmayınız! Ve... Müziği ve aşkı ruhunuzda hissediniz!

Hşşşt! Arkadaşlar! Kıskançlık da yapmayınız! :)