29 Nisan 2007

Herkes aklını başına devşirsin!


1982 doğumluyum. Ufak bir matematiksel hesapla ülke tarihinde yaşananlar bir araya getirilirse, ihtilal görmemiş bir nesle mensubum. Anneannemin bana armağan ettiği “27 Mayıs 1960” tarihli gümüş hatıra parasının hatırına biliyorum 60 ihtilalinin tarihini. Babamın üniversite hikâyesinin 4 yıla değil de benim dünyaya gelişimden sonraki yıllara da sarkan karmaşık bir hikayeye dönüşmesinden de 80 ihtilalini biliyorum. “Annenle nişanlıydık. Sokaklarda yürümek mümkün olmuyordu! Karışık zamanlardı çocuğum onlar. Aman dikkat et.” Diye başlayıp devam eden nasihatleri hatırlıyorum bir de.28 Şubat’ta Sincan’da yürüyen tanklar benim için bir arkadaşımın oturduğu semtte yaşanan ilginç olaylardı o vakit.

Şimdi mi? Şimdi yaşananları “ilginç” bulamıyorum ne yazık ki! Vatanlarını terk etmek zorunda kalan aydınların bir dönem yaşadığı zorluklar bizim de başımıza gelir mi acaba diye düşünüyorum. Sansürler, kovulmalar, sürülmeler… Canım sıkılıyor, hem de çok. Sokağımdan geçen sarıklı fesli aynı zamanda ayağı “converse”li adamları anlamlandırmaya çalışıyorum bir yandan. Bir yandan annem kenarı oyalı yazmalar hazırlarken benim için, bir yanım nefret ediyor baş örtme hadisesinden, bunun bir hadise haline gelmesinden. Geldikleri mevkilerde yaptıkları icraatlar birbirlerine tıpatıp benzerken; taban tabana zıtmış gibi davranan ve aynı “Money” tanrısına tapan devlet adamlarının bizi yönetmesinden. Bütün bu çıkar çatışmalarının gelir seviyesi düşük bir halk kitlesinin üzerine basılarak gerçekleşmesinden. İçim bulanıyor.

Bugün Ankara’da sayıları hızla artan şu devasa bayraklardan birine takıldı da gözüm. İçim cız etti. Renginden bir şey kaybetmese de onun altında yaşayanların ona yükledikleri anlam ne kadar da yitirdi değerini dedim içimden.

Bana kalırsa ister darbe olsun! İster olmasın! Seçim olsun! Olmasın! Halk meydanları doldursun! Bişey olmasın. Kimsenin elinden bişey gelmesin! Yaşananların bedelini ödeyecek olanlar yine en az söz hakkı olup, en çok emek verenler olacak. Ülkeyi krizlere, huzursuzluklara, kötü günlere sürükleyenlerin başlarındaki başörtüleri hep ipekten! Halk oyalı yazmasını yarasına sarmaya devam edecek. Kimse yeni bir karizmatik lider arayışına girmesin. Herkes aklını başına devşirsin!

24 Nisan 2007

Noktasını virgülünü siz koyun!

Heveslerin peşinde harcadığın
Her dakika her saniye
Ki “harcamak” dediğin bu devirde
Eylemlerin en kıymetlisi, en geçer akçe!
Gün olur elindekilerden altı sıfır atılır;
Kalakalırsın elinde bir yedincisiyle…
Giydiğin hayal, soyunduğun gerçek
Kim bilir akıldan kaç kez süzülür
Kaç kez canını acıtır zihninden geçerek
Dert edindiğin bir “kendi”n olduğunu bilerek
Hep bir derdini anlatmak
Hep bir, hep iki, hep bir-ki-üç-dört…
Hep bir yeniden başlamak!

18 Nisan 2007

CESUR YENİ DÜNYA


"Bu kadar bunca yakışıklı varlık varıp gelmiş buraya
Ne güzel şeymiş meğer insanlık
Böyle dünyalıları olan
Yaşasın bu yaman, bu cesur yeni dünya "

Eser:Shakespeare-Fırtına
Çeviri : Can Yücel

Cesur Yeni Dünya” da Dünya Devleti’nin istikrarı, biyolojik mühendislik ve insanı her yönden koşullandırmakla (eğitim) sağlanır. Doğarak değil kuluçkadan çıkarak dünyaya gelen epsilonlar, betalar, alfalar kendilerine biçilen görevi yerine getirirler. Çalışırlar, düşünmezler. “Soma” adı verilen uyuşturucularla kendilerinden geçerler. Tüketim ve önüne gelenle düşüp kalkma olağan ve hatta erdemler sayılırken; “anne” sözcüğü müstehcendir.

“Birey duygulandığında toplum yalpalar.” Bu yüzden bireyin bireylikten uzaklaştırarak şekillendirmek, onu bu hali ile tutmak, gerektikçe uyutmak gerekmektedir. İşte tam da bu nedenden sanat tehlikelidir. Bilim yeri geldiğince sansürlenmelidir. Cesur Yeni Dünya’da yaşayanlar bu kuralları bilmelidir. Bu kurallara uymayanalar, kendilerine bir ada beğenmelidirler.

Cesur Yeni Dünya’da yaşayanlar yaşamın amacını mutluluğun sürekli kılınması olarak bilmelidirler. Yaşamın amacının bilincin yoğunlaştırılması ve arınması bilginin zenginleştirilmesi olduğunu düşünmeye yeltenmeleri önlenmeli. oyunlar oynamalılar, satın almalılar, kendilerine bakmalı kendilerini sevmeliler. Bu yeter…

İlk kez 1932 de yayınlanan kitap bir ütopyayı mı anlatıyor yoksa bugün yaşadığımız “Dünya”yı mı betimliyor dersiniz?

Toplumu, siyaseti, küreselleşmeyi, güzelliği, mutlululuğu, varlığı, bilgiyi, inancı, sanatı, eğitimi, bilimi başarılı bir kurguyla sorgulayan kitabın yazarı Aldous Huxley (ki kendisinin bir felsefeci olduğundan şüphelenmekteyim) 1963’te ölmüş. Eğer sağ olsaydı yazdıklarının bu kadar gerçek olduğu bir Dünya'nın gerçekten var oluşuna kendi bile şaşırırdı belki de…

Son söz! Mutlaka okunmalı.


07 Nisan 2007

Bir Cumartesi ve BİR ÖMÜR YETMEZ

Gelinlik, Çıkrıkçılar Yokuşu, perdeler, çeyizler, havlular, çarşılar, damatlık, spor ayakkabı, kırmızı T-shirt, Mülkiyeliler, Bira ve Sinema… Ne güzel bir Cumartesiydi yahu! Sevdiklerimle birlikte geçirdiğim çok güzel bir bu güzel Cumartesi…

Fakat gün boyu bir huzursuzluğu da kendimle birlikte taşıdım. Bu huzursuzluğu ötelemeye çalıştım. Kendimi hırpaladım. Hala da arıyorum nedenini. Bulamıyorum. Bulursam bloga da yazacağım. Bilmem! Belki kendimi biraz serbest bıraksam iyi olacak. Ya da suçu hormonlara atmalı belki…

Gelelim Ferzan Özpetek’in son filmine… “Bir Ömür Yetmez!” Film hakikaten lezizdi. Lezzetin bir kısmı o mutfaklı, büyük sofralı sahnelerden geliyorduysa da çoğu iliklerine dek irdelenen ilişkilerin, tatlı anlatımından geliyordu. Bu tatlı anlatıma gay karakterlerin yatak sahneleri dâhil değil. Ha bir de Pırlanta şarkısı!

Peki ya aldatma davası! Ah o bin yıllık konu… Sanıyorum filmde kendime en yakın bulduğum karakter Angelica’ydı. Yirmi beş yaşında evlenmeye karar vermiş bir genç kadın olarak, iki çocuklu aldatılan kadının tepkilerini bir tarafım kabul etti, bir yanım kızdı ona. “Hadi canım olmaz öyle şey!” demeye fırsat vermeyecek kader âlem bir âlem burası. Ve durmaksızın kendime hatırlatmaya çalıştığım gerçek; Angelica’nın da belki kendi kendine söylemeye çalıştığı: “Kimse mükemmel değildir! Sen de değilsin!”

Lorenzo’nun o akşamki kırmızı gömleği giydiği sahne… Kırmızı gömleğin yepyeni düğmelerini iliklerden geçerken geride bıraktığı gıcırtı… O gıcırtının bir daha asla olmaması ihtimalini bilerek yaşamak.

Fimin basın bildirisinden:

"İç dünyamızdaki değişiklikleri reddetmek, saklamak, ertelemek yerine her şeyi açıklıkla dışa vurup, yakın çevremizle yüzleşirsek ne olur?

Çevremizdeki herkes ve her şey bize değişimi önerirken biz nasıl olur da geçmişimizden asla ayrılamayız?

Ve her şeyin ötesinde, aşklar ve dostluklar için bir ömür yeterli midir?"

Düşünüyorum da yönetmen kabul gören, görmeyen her türlü ilişkiye değinmiş: kadın-erkek, erkek-erkek, karı-koca, eş-sevgili, anne-baba, anne-çocuk, baba-çocuk ve bir de dostluk! E yaşam dediğimiz de zaten bunlardan oluşan bir oyun değil mi? Film cidden yaşamın içindendi. Yaşam dediğini anlamlandırmaya bir ömür yetmeyecek ya. Biz yine de uğraşıp duralım!

Bu arada İtalyan erkekleri pek yakışıklı, Serra Yılmaz da pek tontondu söylemeden edemeyeceğim!

01 Nisan 2007

Ankara'ya olanlar...

Tamı tamına 25 yıllık bir Ankara'lıyım bugüne bugün. Ömrümün tamamını bu şehrin "göbeği" denebilecek, eski bir semtinde geçirdim. Hala eski haliyle duruyor üstelik. Bir dönem istanbul'a şiirler yazıp, atfedecek kadar aşık olmuşluğum varsa da; asıl ve vefalı yarim hep Ankara oldu. Kolay değil, bütün ilklerimi burda tattım ben. Başımın içinde sokak adlarıyla, tabelalarla hatta ağaçların çiçeklerinin rengine, binaların biçimlerine varan ayrıntılarla bezenmiş kocaman bir Ankara Haritası var. Çankaya'sından Emek'ine, Cebeci'sinden Siteler'ine, Yenimahalle'sine, Ümitköy'üne...

Bu pazar sabahı keyifle kitabını okumuş, kahvaltı keyfini gazetesini okuyup çayını yudumlayarak yapan bir Ankaralı olarak Radikal Gazetesin'nde Murat Yetkin'in yazısını görünce dayanamayıp; ben de yazmaya koyuldum.

Okul yaşantım metro inşaatlarının takibinde geçti. Kurtuluş Ortaokulu'nun pencerelerinden sarkıp devasa çukurun içinde olup bitenleri sınıfça izlerdik. Emek'teki lisemin son yıllarında o devasa çukurdan yapılan metro durağında inip kim bilir kaç kez Emek'e gidip geldim. Evimden ODTÜ'ye uzanan yol önce metro nedeniyle kapandı, daraltıldı, toza dumana bulandı. Sonra genişletildi. Sırf şu ODTÜ metrosunu kullanmak içim yüksek lisans yapıcam diyordum. Sanırım şimdi aynı nedenle doktoraya başlamam gerekecek.

Düşünüyorum da, ben üniversiteye başaladığımda Armada diye bir yer yoktu. Ben Eskişehir yolu üzerinde günümün saatlerini alan gidiş-gelişler yapıp dururken; bina yavaşça yükseldi ve oraya konuşlandı. Ben de yaklaşık 2,5 yıl kadar varlığını inkar edip ısrarla gitmedim oraya. Sonra ben de pes ettim. Ama hala sevmiyorum.

Batıkent Metro'su ilk açıldığı gün okulu asıp aynı trenle gidip gelmiş, gezmiştik. Anımsarım. O zamanki adıyla TEK'in devasa binasının 16. katından Milli Kütüphane'ye bakan staj yıllarım da aynı zamana denk geliyor sanırım. O zaman yolun orta yerinde böyle şekilsiz bir gökkuşağı viranesi yoktu. Kimbilir ne kadar uzun zamandır orayı işgal etmiş duran vinçlerin olduğu yerde pembeye çalan çiçekler açan bir süs eriği vardı. Benimde önünde çekilmiş dijital olmayan bir fotografım...

Anneannemin kocamaaan bahçesinden yol geçmesiyle çitleri içeri çekişimiz ve yol üzerinde kalan devasa armut ağacı... Ve "maske fabrikası"nın bahçesi diye tabir edilen o yerde, mantar gibi bitiveren binalar... Çıtalıyı salıverecek yer kalmadı bize, üzgünüm.

Bütün bunları neden yazdım? (Ankara'da olup bitenleri kendi yaşam öykümle birleştirerek yazmaya devam edersem bir otobiyografi bile yazabilirim sanıyorum.) Bizler büyürken bir şehrin de büyümesi kaçınılmaz. Bunu yadsımıyorum. Ama Ankara sadece büyümedi. İlk gençlik yıllarında sapkınca değerlerini yitiren bir nesli temsil edercesine, sapkınlaştı; karışıklaştı; düğümlendi; değerlerini yitirdi; sevimsizleşti. Üstelik bu sevimsizliği perdelemeye, duvarlardan akan; fıskiylerden taşan sular da yetmiyor artık. Sular yetmiyor. Ve ben de giderek ömrümü yaşadığım bu şehre olanların, artık onarılmayacak boyutlara ulaştığı gerçeğini kabullenmek zorunda kalıyorum.

ODTÜ'ye her gidişimde Eskişehir yolunun ODTÜ'yle birleştiği o kavşaktan sökülüp, geri getirilecek vaadiyle taşınan çamları sorup duruyorum. Nerdeler? Bir de yabani iğde vardı. Kızılay'dan bindiğiniz araçta eğer aracın solunda oturuyorsanız dallar pencerenize değerdi. Dalları silme serçe dolu olurdu meyve zamanı.

Bütün bir ömrü geçirdiğim şehre olanlar... Aslına bakılırsa herkesçe malum... Güneş balçıkla sıvanır mı bilmiyorum ama, bu aralar hiçbir yerde gözüme ilişmiyor Hitit Güneşi!