27 Mayıs 2007

After a BOMB!


Şehirde bir bomba patladı dün! Ya da bir önceki… Ne fark eder? Patladı mı? Patladı. Anlık gürültüsü başka başka semtlerden duyuldu. Ve bitti. Biz de ardından patlayıcı maddenin A4 tipi mi , C4 tipi mi olduğuna dair haberler dinleyip, “genel kültür”lü yorumlar yaptık. Evet, evet yabancı değil. Bizler. Biz masum insanlar. Canlı bomba olaylarına dair bir hafızamız, bombalara aşinalığımız var. Bu aşinalığı yadırgamıyoruz üstelik. İşte benim en çok yadırgadığım; bu aşinalığı artık yadırgamıyor olmamız. Yazık ki yadırgamıyoruz. Yaşamın olağan kabullenişi….
Bu hissi belki bilirsiniz; henüz olgunlaşmamış, dışardan görünmeyen ama dokundukça can yakan bir sivilcenin yarattığı acıya benzer bi his uyandırdı bu “bomba” bende. Hiç istemediğimiz, ama oluşunca da patlatmadan edemediğimiz, patlayınca geride bıraktığı izi silemediğimiz, alıştığımız… Savaşın varlığını kabullenmeme savaşımı alevlendirdi. Ve bir de üstelik kendime karşıyım. Üstelik de kaybeden taraftayım.

Savaş göremeden yaşama gözlerini yuman şanslı bir neslin evladı olabilecek miyiz dersiniz? Savaşmayan. Savaşmamış bir nesil… Var mı? Olacak mı? Peki ben bunu nasıl anlatacağım şimdi kendi evladıma? Yalan söylemeli iyisi mi, yalan. Ne bileyim, güvercinli, zeytin dallı bir oda döşemeliyim kendime, sevdiklerime. Ve sonuç olarak, bireyin kendiyle savaşına mükemmle bir örnek teşkil etmeliyim.

Gözlerimi kapatıyorum. O Meşhur belgesel kanalının logosu duruyor ekranda bir yerde. Ve o vahşi kedi, hızla koşup ceylanı yakalıyor. Az sonra da afiyetle yiyor işte. Yanımda soran gözlerle oturup bana bakan çocuğa açıklamak zorunda kalıyorum:

“canlılar yaşamak için başka canlıları öldürür. En sosyal ve en canice öldürebilen canlı ise İNSAN’dır.”

22 Mayıs 2007

Yazık!


Ne güzel şeyler yazacaktım oysa! Hayatımın hızlı giden ritmine bir es verebilsem yaşadığım tatlı heyecanlardan dem vuracaktım. Fırsatım olmadı bir türlü...
Bugün niyetim kendime bir çift tango ayakkabısı siparişi vermekti. İşten çıkıp doğruca Ulus'a gidecektim. İşten biraz geç çıkınca, yolum da Kızılay'a düşünce vazgeçtim.
Aynı saatlerde patlayan bombadan haberdar olunca ürperdi içim.
Başkentte yaşamak bu demek, sanırım artık yaşamak bu demek; hastalıklardan, virüslerden aşılarla korunmuş ama her an bir terör saldırısında yaşamından olabilecek bir neslin evladı olmak...
Yazık!

12 Mayıs 2007

ÇITIR ?

İtiraf ediyorum artık pek "çıtır" sayılmam. Geride bıraktığımız Cuma günü itibariyle 26.ncı yaşımdan gün almış bulunuyorum. Hatice'nin kolumdan tutup zorla beni ofise sürüklemesinin altında bir şeyler olduğunu seziyordum. Fotograflarda görüldüğü üzre, "Toplantı" masasının üzerinde yer alan pastamı üflerken ciddi ciddi dilek de tuttum. Arkadaşlarım evlenmek üzre olduğumu düşünerek bana hediyeler almışlar. Pek mutlu oldum.

Ne güzel bir fikirdi o iki şarap kadehi (Ebru Özge ve Cem'e teşekkürler!)
Ha, bu arada biz o akşam, o kadehlerde olmasa da başka kadehlerde kırmızı şarabımızı içtik ;-)

İlk 25'i devirdim.

09 Mayıs 2007

25. DAKİKA


Kaç zamandır ellerime doğru gelip gelip geri geri giden kelimeleri kağıda dökmeye karar verdim şimdi. Tereddütümün sebebi braz bendim, biraz kendimle yüzleşme halim. Bilmek, ürkmek, çekinmek… Halbuki çekinmek denilen eylemden çokça taşımıyorum bünyemde, kimilerine sorarsanız. Hemencecik adapte oluveriyorum bulunduğum yere. Hemencecik kaynaşıyorum. Ve hatta bodoslama bir atlayışım var konuların, olayların, yaşantıların içine. Korkmuyorum. Ve zaman zaman siz siz olun her söylenene inanmayın!

Değişikliğin en köktenlerinden biri; bilemem ki insan hayatında bunca ciddi kaç karar veriyordur. Şöyle bir düşünüyorum da filmin bu 25. dakikasına dek verilen çoğu ciddi karar benim eserim değildi. Kimilerini verdiğimde aklı evveldim, kimilerini verdiğimde aklım bir karış havada idi. Şimdi tam da aklı başında, gönlü hoşunda bir karar vermişken, ah bu kafama üşüşenler… Sanırım bir de üniversite sınavına hazırlanırken böyle bir ruh hali yaşamıştım. “Ya şimdi yaparsın ya da asla!, ya şimdi yaparsın ya da asla!” diye tekrar tekrar, havaalanından kalkmak üzere olan bir uçağı kaçırmadan az önce kulağınıza çalınan o anonsun geride bıraktığı etkiyle: “YA ŞİMDİ YAPARSIN YA DA ASLA!”

Gördüğü her oyuncağı bağırtı çığırtıyla isteyen bir çocuk olmadım ben. Zaten her istediğim oyuncağa sahip olsaydım, asla büyüyemezdim biliyorum. Şimdi nerden çıktı bu ulaşamadığı oyuncaklar için hayıflanan kız çocuğu? Mesela kız çocuğu kendi barbi evinde yaşamak istediğini söyleyip duruyor kulağıma. Gözlerim halkalanıyorsa, bu kız çocuğunu avutmaktan yorgun düştüğümden. Zamanında alınmayan, artık modası geçtiğinde olacak dükkanlarda bulunmayan ne varsa peşine düşüp arıyoruz birlikte. Üstelik hangi dükkanda satıldığını da pek bilmeden.

İşin ilginç yanı hak da vermiyor değilim o kız çocuğuna, o kadar hızlı büyüyoruz ki!

Durum biraz karışık anlayacağınız. Şimdi o kız çocuğuna desem ki: ablanın evlilik öncesi sendromları nüksetti seninle uğraşamaz. Kız çocucğu daha da çok ağlayacak. Durumu kendisine özetlemeye çalışıyorum basit bir dillle: barbi evi + anne + dantel + tasarım raporu + komutanım + ütülü dantel + saten yorgan + ilk kez taşınan anahtarlık + türk kahvesi + literatür taraması + ev taşıması + kitaplar + yemek yapmalar + zor bu gelin olmalar!

02 Mayıs 2007

Tayyörlü Leydi


Bir reklam filmindeki açık renk tayyörlü, parlak saçlı kadın topuklu ayakkabılarının üzerinde itina ile salındırdığı kalçalarıyla, az biraz yalpalayarak dudağında yapmacık olduğu pek belli bir ifadeyle gelir; sahnenin orta yerine oturur. Bunca görsellik çok mu geliyor bize nedir? Arkada çalan cingılın bir önemi yoktur. Kadın giysileri bir sponsorun eseridir, kendisi bir güzellik merkezinin bir kuaförün eseridir. Belki de kötü kokuyordur bilinmiyor!

Ve ne ilginçtir ki bilinmezlerin çokluğu da yanı oranda bilinmez. Saat sabahın körü oluyor. Ve bu mevsim şaşkın da olsa ötüyorlar kuşlar o saatte. Pek bir sinirliler gözlerine gözlerine gelen güneşe de ondan ötüyorlar. Biz de gereksiz bir umutla seviniyoruz bu ötüşe. Gereksiz yere…

Akşam oluyor. Akşam dediğin devriyelerin sokağa dökülme vakti. Polislerin vakti. Ve üzgünüm ki en çok yaşamımın yerel polisleri yetkililer üzerimde. Her türlü hakları var! Cop kullanmayı bıraksalar da göz yaşartıcı bombaları esirgemiyorlar üzerimden.

Reklâm filmindeki o açık renk tayyörlü kadının yer almadığı bir koloni kuruyorum kendime. Ortak yaşıyoruz. Arkasını döneni lime lime edecek güçlerimiz var. Gerekirse lime lime ediyoruz. Koloni olarak biz bu oyunu pek bir seviyoruz.

O Açık renk tayyörlü kadına inat, üniforma misali bir siyah pantolon giyip sarı bir balkabağının içine hapsediyorum kendimi. Sonra yeşil oluyor kabak. Sonra kırmızı oluyor. Evimin dışını ellerimle mi boyamıştım ben? İçini de mi yoksa? Unutuyorum. Unutuyorum yaptıklarımı. Bu çok normal zira kabak başıma patlıyor.

O açık renk tayyörlü kadının da soruyor mudur yaptıklarını hesabı kendinden? O kadın benden beterdir üstelik kendi kendine sormaktadır kendi yaptıklarının hesabını. Kadın demeyin ona pek bir tepesi atıyor. Geçip gidiyor öylece ekranın orta yerinden. Salınarak; kalçalarını sallayarak… Geride topuklu ayakkabılarını gürültüsü kalıyor. O gürültü gelip rüyalarıma yerleşiveriyor sonra. Hşşşt! Gürültü etmeyin sahne arkasında bir kız çocuğu uyuyor!

D.A

01 Mayıs 2007

Bayram mı?

1 MAYIS işçi bayramı...

Seneler önce gerçekten bayram olan hatta resmi tatil ilan edilen 1 Mayıs günleri, karışıklıklarla, arbedelerle, hatta ölümlerle aynı adla anılmaya başlamış sonraları. 1977’de yaşananlarla birlikte kanlı 1 Mayıs bile denmiş adına.

Doğum tarihinde 1 Mayıs yazdığı için dayak yiyen bir arkadaşın hikâyesini de hatırlarım her 1Mayıs. Kim bilir belki; dayağı atanın babası da işçiydi, dayağı yiyenin de…

Bugün yaşananlardan sonra, kısa bir içinde gerçek olmasından korktuğum bir diyalog:

Çocuk: 1 Mayıs Bayramı’nda ne yapılır anne?

Anne: Çocuğum bugün öleceklere şimdiden Allah rahmet eylesin denir! Ha bir de büyüklere bayramlarda bayramınız mübarek olsun denir!