25 Şubat 2009

Hay....

Eve gitmek istememek, evden çıkmak istememek, giyinmek-süslenmek istememek, kimseleri görmek istememek, spor yapmak istememek, sinemaya gitmek istememek, kitap okumak istememek, dizi izlemek istememek ve hatta yemek yemek istememek ve üstüne üstlük blog yazmak bile istememek. Hay....

19 Şubat 2009

Düşünmeyenler yok değiller!


"We should be teaching students how to think.
Instead, we are teaching them what to think." *


Yüksek Lisans tezimi eleştirel düşünme üzerine yaptım. "Düşünme konusuna nerden geldin?" "Bu tez konusunu nerden buldun" diye sormayın. O başka bir yazının konusu olsun.

Eleştirel düşünme üzerine çok farklı tanımlamlar, yaklaşımlar var. Alanyazın oldukça geniş. Konu sosyoloji, psikoloji, eğitim ve felsefe gibi farklı bilim dallarının kesiştiği bir noktada duruyor aslına bakarsanız. Ve adından da gayet açık anlaşılacağı üzere, "düşünme" eylemini temel alıyor. Üstüne üstlük, adından analaşıldığının tam tersine "eleştirme" eylemi üzerine kurulu değil. Daha ziyade "anlama" eylemi üzerine kurulu olduğu söylenebilir.

Okumak, dinlemek, gözlemlemek, anlamak, anlarken varsayımların farkına varabilmek, çıkarımlar yapabilmek, yorumlayabilmek ve en önemlisi bütün bunları yapmayı istemek bu yönde bir eğilim (disposition) sahipi olmak. Dikkat ederseniz, disposition sözcüğünün kendi içinde bir pozisyonu olumsuzladığı fark edeceksiniz. Düşünme eylemi için de durum pek farklı değil. Melih Cevdet seneler önce "Rahatı kaçan ağaç" şiirinde sözünü ettiğine benzer biçimde insanın rahatını kaçıran bir eylem düşünmek. Düşünen bireyler topluluğunun bazı başka pozisyonlardakilerin rahatlarını kaçırdığı ise, yaşayıp yaşayıp, tekrar tekrar öğrendiğimiz bir gerçek.

İşte ne zaman elime geçen bir gazete haberini okumaya başlasam, kafamın bir köşesinde bu konu dönüp dolanmaya başlıyor. Biz neden eleştirel düşünebilen bireyler yetiştirmiyoruz? E-bilmek sözcüğünü buracıktan kasten çıkarıyorum. Zira bilinçli ve hatta kasti bir eylem bu. Çünkü, düşünebilen, akıl yürütebilen bireyler yetiştirilirse "beyaz eşya=oy" denkleminin çözüm kümesininin bir boş küme olduğu gerçeği ortaya çıkabilir. Öte yandan, düşünebilen, akıl yürütebilen bireylerden oluşan bir toplumda muhalif sesleri susturma zahemetine de gerek kalmayabilir. Ve heyhat bu ne yaman bir çelişkidir? Bu pencereden bakıldığında, iktidarların, sağı solu farketmeksizin, ilk önce milli eğitime elatma gayreti gayet kolay açıklanabilir. Bu konu hakkında eleştirel düşünmeye ne gerek?

Ve ne yazık ki bugün yaşadığımız pek çok "saçmalık" üzerinde düşünmeye hacet bırakmadan fark edilebilcek derecede hastalıklı? Bana öyle geliyor ki, bu hastalıklı saçmalıklardan kurtulmak için eleştirel düşünmenin yanı sıra, eleştirel hareket etmek gerek. (Critical tihnking-critical acting) Bu günkü durgunluğumuzun sebebi eleştirel hareket edebilen, devinen, eylem yapan, hareket eden bireyi ezmeye yönelik bir eğitim siteminden geçip gelmemizde aranabilir mi? Düşünüyorum. Düşünüyorum, öyleyse varım! Ve önümüzdeki seçimlerde göreceksiniz ki; düşünmeyenler de yok değiller! Düşünen, düşünmeyen herkes bir oy eder.

*Clement and Lochhead, 1980, Cognitive Process Instruction.

18 Şubat 2009

Çocuk Şarkıları


Bir dizi karalama olarak bırkılmış blog yazısından sonra, son kararımı çocuk şarkılarından yana kullanıyorum. Kaç gündür Güliz'le dilimize takılan bir çocuk şarkısıyla geldim bu noktaya. "Dodi yaaa, nasıldı bunun başı?" "Dün minik bir kedi yanıma geldiiii." Aslına bakılırsa şarkıların bir kısmını Trabzon'da Songül'ün yeğeni sevgili Umut'a öğretirken hatırlamıştım. Şimdi sırada Deniz, Güneş ve Defne var. Repertuarı önceden hazırlamak, netleştirmek niyetindeyim. Unuttuklarım, atladıklarım ya da bilmedikerim olacaktır, yardım ederseniz sevinirim.

1)Ali babanın çiftliği
Sözleri yazmaya bir hacet yok sanırım :) Deniz şimdiden bu şarkıyı biliyor :)

2)Daha dün annemizin
Yeni nesil çocuklar için "çiçekli bahçemizin" ile başlayan kısım, "Alışveriş merkezimizin" şeklinde değiştirilebilir.

4) Kaçtı gittiiiii! (orjinal adı bilen beri gelsin)

Dün minik bir kuş yanıma geldi
Ne güzel ne güzel ötüyordu
Gittim evden yem getirdim
Yemini yiyinceeee, kaçtıııı gittiiiiii

Dün minik bir kedi yanıma geldi
Ne güzel ne güzel miyavlıyordu
Gittim evden süt getirdim
Sütünü içinceeee, kaçtıııı gittiiiiii

Dün minik bir köpek yanıma geldi
Ne güzel ne güzel havlıyordu
Gittim evden et getirdim
Etini yiyinceeee, kaçtıııı gittiiiiii

tavşan, at, eşek, inek..... (bitmez!)

5)Bir elimde 5 parmak
Bir elimde 5 parmak,
Sen de istersen say bak
Say bak, say bak, saaay bak!
1,2,3,4,5,6,7,8,9,10
Hepsi eder 10 parmak
Sen de istersen say bak
Say bak, say bak, saaay bak!

6)Tavşanlı şarkı
İki uzun kulağım bir fısıltıyı duyar
Keskin güçlü dişlerim
Küçük bir kuyruğum var
Haydi haydi biliniz
Çok kolay bir adım var
Bilemezseniz adımı darılırım çocuklar
Ben havucu çok yerim
Lahanayı severim
Yokuşu hızlı çıkar, inişi güç inerim
Haydi haydi biliniz
Çok kolay bir sdım var
Bilemezseniz adımı
Darılırım çocuklar.

7)Bir gün bir gün bir çocuk (hareketleri de var)
Bir gün bir gün bir çocuk
Eve de gelmiş kimse yok
Açmış bakmış dolabı
Şeker de sanmış ilacı
Yemiş yemiş bitirmiş
Akşama sancı başlamış
Kıvrım kıvrım kıvranmış
Yaptığından utanmış.


8)Mini mini bir kuş (hareketleri de var)
Barış Manço ve 7'den 77'ye programının resmi marşı :)

9)Neşeli Günler

Do bir külah dondurma
Re masmavi bir dere
Mi denizde bir gemi
Fa gemide bir tayfa
Sol papatyalı bir yol
La güneşten bir damla
Si ayşenin kedisi
Ve tekrar sol mi doooooo

10) Köpek ile Karga (hareketleri de var)
Köpek uçmak istemiş, bir gün kargaya gitmiş,
Karga ona anlatmış bizimki de inanmış
Tırmanmış koşa koşa balkonun kenarına,
Açmış bacaklarını, dikmiş kulaklarını,
Havlayıp birkaç kere, atmış kendini yere,
Köpek düşmüş vah vah vah,
Karga da gülmüş ha ha ha

04 Şubat 2009

İnsan Denizi Boşuna Özlemiyor

denizde kurulur insan, denizden öğrenir yaşını

denizle deniz arası ey ıslak vakit

Edip Cansever

01 Şubat 2009

Sıdıka The Gezentiest- Book 1- Gidiş


“Didooo! Evleniyorum! Bana ev adresini ver de sana davetiye göndereyim.” dedi Nejat telefonun ucunda. “E işte adresim. Buyur gönder Nejatcım.” dedim ben de. Sonra bir de ne göreyim? Düğün dediğin Pazar günü akşam. Hmm ne yapmalı? On saat otobüsle gitmemeli. Uçağa binmeli. Bakalım. Pazar sabahı ve Cumartesi uçak yok. Pazar akşam uçağı düğün saatine denk gelmekte. Öte yanda Ayten 4 yılı aşkındır her telefon görüşmemizde beni Antakya’ya davet etmekte. Dünya’nın ikinci en zengin mozaik müzesi Antakya’da bulunmakta. Yüksek lisansı bitirirken sıkılan bunalan bünyeye bir ödül vermenin zamanı gelmişken izin almalı. Antakya’ya varmalı.

Canım sevgilimin tez izleme komitesi (Bundan böyle blogda TİK olarak anılacaktır.) tarihinin tam da bu düğün bahaneli seyahat planına denk düşmesi nedeniyle, seyahat tek kişilik olarak organize edildi. Anadolu Jet’ten erkenden aldığım biletimle koyuldum yola.

Aşti’den Esenboğa’ya 3.4 TL’ye belediye otobüsü hizmeti var. Bu otobüsler sayesinde, Aşti’den çıkıp önce Kızılay’ı sonra Ulus’u gezerekten, tek tek basaraktan, bade süzerekten 1 saat kadar bir sürede Esenboğa’ya varıveriyorsun! Esenboğa’da insanı esen boğalar değil, sıra sıra sıralar, dizim dizim dizilmiş olaraktan karşılıyor. Online check-in yaptırmış bir online dünya cengaveri olarak havaalanında sıra beklemeyi, organizasyon bozukluğu ile karşılaşmayı hiç hesaba katmamıştım aslında. Ama olur mu efendim? Bir bankodaki görevli ben THY alıyorum Anadolu Jet’ler şu tarafa diyor, diğer banko şu tarafa diyor. Online check-in yaptırmış bir Anadolu-Jet yolcusunun var olmasına hiç kimse ihtimal vermiyor olacak ki, kimsecikler küçücük valizimi bagaja göndermeye yanaşmıyor. Kendisini koltuğumun altına da alamıyorum. Bu sırada VIP bankosunda kimseyi bulamayan, topuklu ayakkabılar ile yürüme uzmanı asortik teyze, bağırıp çağırırken kendisine bir destekçi arıyor. “Şikayet edicem, Haksız mıyım efenim?” Ne yazık ki, topuklu ayakkabılar ile yürüme uzmanı asortik teyze ile paralel evrenler kuramı ile ayrıldığımızdan ötürü, hiç sesimi çıkarmıyorum. Benim Anadolu usulü jet problemlerim var, kendisinden bağımsız olarak. Teyzenin tıngır mıngır gidişini seyrediyorum.

Bu iş böyle seyretmekle olacak iş değil. Uzayıp giden ve jet hızıyla ilerlemeyen Anadolu Jet sırasının önüne dalıp, bankoda görevli badem bıyıklı Adem Abi’ye durumu soruyorum. Badem bıyıklı Adem Abi’nin bir göz kırpmasıyla, bir güvenlik görevlisi peydah oluyor elinde “kıv kıv” yapan telsizi ile. Güvenlik görevlisi az önce beni geri çeviren, THY yolcusu olmayanlara düşman banko görevlisinin olduğu bankoya dek bana eşlik ediyor. Bu sırada arkamda bir “Aynı dertten muzdaripler” kuyruğu oluşuyor. Bu sayede biraz zor da olsa, ayır edilirliğini artırmak için sapına kurdela bağladığım, çek çekli, lacivert ve gereksizce şekilsiz valizimden kurtulup girebiliyorum “Gate’ler Yöresi”ne. Gate 109’da beklemeye koyuluyorum. Beklerken tanıştığım iki yaşındaki fıstık penceren bakıp annesine işaret ediyor: “Annecim mali olan bisim uçağımıs de miii?” “Evet yavrum, o eski küskü görünen, yamalı çelikten, dar koltuklu kuyruğu maviye boyalı olan bizim uçağımız.” demiyor annesi. Zaten demesin. Şimdi iki yaşındaki bir çocuğun öğrenmeye meraklı, taze ve temiz dimağını böyle cümlelerle yormaya ne gerek var?

Hem ön, hem de arka kapısı açılan uçağa, bir köy minibüsüne biner gibi biniyoruz ve yolcular olarak ortada kalıp sıkışıyoruz. İtiş kakış yerleşiyoruz. Benim bagaja vermek için, uğraş vermek zorunda kaldığım boyuttaki çantaların tepeme yerleştirildiğini görüyorum. Tepem atmak istiyor. Lakin, içerisi dar. Tepem atamıyor!

Sağda cam kanarında bir yerde oturuyorum. Oturduğum yer bünyede bir jet motorunu koltuğunun altına almış hissi uyandırıyor. Demek ki neymiş? Bir daha check in yapılırken, koltuklardan koltuk beğenirken, yerin teker üstü olmamasının yanı sıra bir de koltukaltı jet motoru özelliği taşımamasına da dikkat edilmeliymiş. Bir tek buna dikkat edilebiliyor zaten. Yoksa seçtiğiniz yerin dizlerinize herhangi bir özgürlük sunması söz konusu değil. “Acil durumlar için koltuğunuzun altında can yeleğiniz bulunmaktadır.” Hayır efendim, benim sağ koltuk altımda jet motoru bulunuyor! Acil durumda koltuğun altına eğilirsem kafam bacaklarımın arasına sıkışabilir üstelik. Acil durum falan istemiyorum.

Elimde kitabım var. Ferhan Şensoy’un “İngilizce bilmeden hepinizi I love you” adlı kitabını okumaktayım. El çantama sığmakta zorlandığı için “Kalemimin sapını gülle donattım” ı evde bıraktım. Ben kitabı okuyup bitireyazıyorum ancak uçakta yerleşme hengamesi bitmek bilmiyor. Hostesler elenerek numara numara ayrılan bezelyeler gibiler. Hepsi elenmiş ayrılmış, bize en irileri kalmış. Hostesin irisi makbul demek ki diye düşünüyorum. Ayrıca mecburi makyajlar, can sıkıntısını yansıtmaktan çekinmeyen suratlardan sarkmakta, biraz sırıtmakta. Hostesler de bize sırıtmaktalar. Bütün bu hengame içinde güvenlik demosu olarak adlandırılan gösteri hızla yapılıyor. Giriş-çıkışlar, yeleğe borudan hava üflemeler anlatılıyor. Hemen ardından pilotun “kabin kıriiiv bıt bıt bıt bıt ” diyen sesi duyuluyor. Bu cümleden kalkışa hazır olduğumuzu anlıyoruz. Salınarak gidip kalkış pistindeki yerini alıyor mali kuyruklu uçağımız. Motorlar çalışıyor:“Vııııııııııııııın”. Birazdan kalkacağız ve ayaklarımızdan çekilen kanın hissiyle uçup gideceğiz. İşte tam kalkıyoruz derken, sıkmasını yeni bitirmiş çamaşır makinesi motoru edasıyla susuyor motorlar. Pistin ortasında kalakalıyoruz. Haydaaaaaaa.

Bu pistin ortasında kalma, gezinme, bir o yana bir bu yana gezme durumu yaklaşık bir 10- 15 dakika sürüyor. Bu esnada, kış günü evin önünde kalıp da bir türlü çalıştırılamayan araba muamelesi yapıyor kaptan pilotumuz uçağa. “Gıv gıv gıv gıv...” “Az gaz ver kaptan!” “Eveeeeet.” “Gıv gıv gıv gıv...” İnelim de şu motorun önüne bi gazete kağıdı koyalım.

Uçağa binerken, önceki uçuşlarda motorlardan gelen yüksek ses probleminin rapor edildiği ile ilgili cümleler kuryan bir teknik ekip elemanına kulak misafiri olmuştum zaten. Demek ki uçuştan önce, daha uçağa binmeden kulak tıkacı takmak gerek. Gerginliğim iyice artıyor. “Kaptan! Çek sağa! Ben inicem!” de diyemiyorum. Kitap okuyorum. Cümleler motor sesi ile kesiliyor. En sonunda karizmatik sesli kaptan, bütün kaptanlar karizmatik sesli olur, “Teknik bir problem nedeniyle park alanına dönüyoruz.”diyor. Bunu söylerken sesi hiç de karizmatik gelmiyor.

“Eh artık yeni bir uçak verirler, sağa çekeriz, bundan ineriz, ötekine bineriz. İnersek bagajları kaybetmese bari, bankodaki badem bıyıklının arkadaşları.” diye kafada kurarken, bir anda kalkış pistinin başında buluveriyoruz kendimizi. Koltuğumun altında eşek kadar bir jet motoru tutuyorum üstelik. Kaptan yine “kabin kıriiiv bıt bıt bıt bıt ” diyor. Az önceki teknik aksaklığa nooldu peki? Soru sormak yok. Sağ koltukaltımda koskoca jet motorum; solda, göğsümün altında adrenalinden deliye dönmüş kalp atışlarımla düşüyoruz Hatay havayoluna. Bildiğim bütün duaları okuyorum. Keşke sevgilimle birlikte yola çıksaydım diye düşünüyorum. Ne onsuz olasım, ne onsuz ölesim var. Her aşırı adrenalin durumunda yaşadığım mide bulantısı sendromum kapıyı çalıyor inceden. İşbu sebepten kitabımı da okuyamıyorum. Solumdaki koltuk boş, hemen bir yanda oturan yolcu “Bu benim ilk uçak yolculuğum üstelik!” diyor. Korku belasına bir yol arkadaşlığı sendromuna gireceğim artık. Konuşmaya başlıyoruz.

Bir saati aşkın süren, bol motor gürültülü uçuşun ardından Hatay Havaalanı'na indiğimde, sosyal güvenlik kurumu, A grubu, kaçak işçi çalıştırma cezası, emeklilik tarihi gibi çeşitli gerekli-gereksiz konularda bir sürü şey öğrenmiş bulunuyorum. Bir de üstüne “Sigorta, sosyal güvenlik konusunda başınız sıkışırsa beni arayın!” diyen bir yol arkadaşım oluyor. “Numaran yok, nası arayım?” diye sormam bekleniyorsa da sormuyorum. Zaten bu sigorta başlangıç tarihi ile sittin sene emekli olamayacağımı öğrenmiş bulunuyorum. "Ben de mi badem bıyık bıraksam acaba?" diye düşünüyorum. Bu uçuş beni çarptı galiba. Daha fazla saçmalamıyorum. Önce “Ben vardım” demek için sevgilimi, sonra “Ben geldim” demek için Ayten’i arıyorum.