27 Aralık 2010

To whom it may concern...


If I talk real slowly
If I try real hard
To make my point dear,
That you have my heart.

Here I go.
I'll tell you,
what you already know.
If you love me, with all of your heart.
If you love me, I'll make you a star in my universe.
you'll never have to go to work.
you'll spend everyday, shining your light my way.

If I talk real slowly
If I hold your hand
If you look real closely my love,
you might understand.

Here I go
I'll tell you,
what you already know.
If you love me, with all that you are.
If you love me I'll make you a star in my universe
you'll never have to go to work.
you'll spend everyday, shining your light my way.

Here I go
I'll tell you,
what you already know.
If you love me, with all of your heart.
If you love me, I'll make you a star in my universe.
you'll never have to go to work.
you'll spend everyday, shining your light my way.

24 Aralık 2010

Bardak dolu mu boş mu?

Bu sabah menüsküs ağrısından bir denize dalarak uyandım. Yorganı elimle itekledim. Ayağımı yere basar basmaz, bu şekilde araba kullanamayacağıma kanaat getirdim. Soner'i aradım. O götürdü, getirdi sağolsun. Bardağın yarısı boş, yarısı dolu!

Hatice'yi aradım. Devrilen servisten sağ salim ve de güzel bir sürprizle çıkmış. Sesi iyi gelmiyordu. "Sesin kötü geliyor." demedim. "Az geliyor." dedim. "Boyunluk var, yatıyorum evde, telefon az çekiyordur." dedi. İlaç alamıyormuş yalnız. "Bir şeye ihtiyacın olursa..." diye tembihledi. Bu hafta mutlkaya Hatice'yi görmeli dedim kendi kendime. Düşündüm. Bardağın yarısı dolu, yarısı boş!

Hediyeleştik iş yerinde bugün. Herkes hevesle verdi hediyesini, herkes hevesle aldı. Güldük.Yeni bir yıla girmenin heyecanı, yeni başlangıçlar... "Bir sene daha yaşlandık, sen kaç oldun?" konuşmaları... Bardağın yarısı boş, yarısı dolu!

İçimde böyle bıt bıt bıt konuşan, sürekli olumlu cümleler kuran, sesi sıcak bir şey var. Bardağın dolu tarafını işaret edip duruyor. Ben de inanıyorum onun söylediklerine. Mesela kahve fincanımda sevinçten havalara uçmuş iki kişi gördüm bugün. Yol görmedim! Bardak dolu, bardak dolu, bardak dolu...

Sözde oturup akıllı uslu makaleleri okuyacaktım bu gece, bana da bakın! Belki daha sonra...

Dolapta günlerdir duran tek birayı çıkardım. Dilek Teyze'nin diktiği, topladığı, Emine Teyze'nin çantanın kenarına sıkıştırdığı, annemin kavurduğu fıstığı aldım yanına. Şişeye bakıyorum. Yarısı dolu, yarısı boş!

Belki onuncudur aynı şarkıyı çalıyorum. Gerçekten bardağın yarısı dolu yarısı boş. Matematiksel olarak da... Bense bardağın dolu yarısını görmek için can atıyorum. Geri yarısını düşünmek bile istemiyorum!

20 Aralık 2010

2011'den dilediklerim!

2011 yılı için Pino'nun hazırladığı listeyi doldurdum. Bir nefeste buldum 10 dileği. 11. dileğim de daha çok blog yazmak olsun!

16 Aralık 2010

Bir Mango Kadını Olamadııım!

Mango dediğin aslında bir meyve adı. Ancak amcalar nasıl bir marka yarattılarsa bu meyve adından, dünyanın her yerinde var kardeşim. Her sezon envayi çeşit model çıkarıyorlar. Rengarenk... Hakkını yemeyelim güzel ürünleri oluyor. Ancak ben ne zaman Mango'ya gitsem aynı his kaplıyor içimi. Ben bu kadar hızlı değişen bir modanın adamı değilim!

Bir kere kapısında "SALE" yazdım mı zaten tamam. Sanırısın içeride I. inönü meydan muharebesi oluyor. Aynı kazağın iki ucundan tutan iki kadından biri olmak bana göre değil. Temkinli davranıyorum. Kazağın ucuna bakıyorum önce. Eğer kazağın ucunda biri varsa, hiç zorlamıyorum. Bir kazak uğruna, tırnak izi yarası sahibi olmak pek de istediğim bir durum değil.

Ben alış-veriş yaparken "bu ürün bu kadar eder mi?" diye hep düşünürüm. Yani ne bileyim, modeli süper ama kumaşı beş para etmez bir şey çok pahalıysa anca gider mesela... Ama öyle bir güruh var ki, kucak kucak giysi ile kabinlere, oradan da kasaya yollanabiliyor. "Bu ürün bu kadar etmez kardeşim!" hesabını hiç yapmıyor bu tipler. O fiyata o malı satabilen Mangoya, Kiviye, Avokadoya gün doğuyor. Benim gibi hesap yapanlara da allah kolaylık versin. Hesapla dur!

Bir de alış-veriş ettiği yerde ilgi görmek istiyor insan. Hallaç pamuğu gibi atılmış raflarda 38 beden aramak, bulduğun 38 beden giysinin, bir giysiden ziyade buruşturulmuş bir sümüklü mendile benzemesi irite ediyor beni. Hele o çalışanlar, kulaklarında telsizlerle gezen  tipler... Sanırsın 007 James Bond. Hey James bu kazağın başka bedeni var mı? Alo 35486AB cevap ver. Ne yazık ki efendim kalmamış. Size de bu S olmaz zaten. Bir insan irisi olma durumu var. Onu biliyoruz. Başka bedeni sorduk. Tey Allahım, sen beni bu 007'lerden koru.

Cinlik yapıp, madem sen sevmiyon bu Mango'yu, Mungo'yu diye düşünmeyin. Ben de kadınım. Seviyorum öyle ciciyi miciyi. En son bir kırmızı kazak aldım kendime. Kırmızı kazak bende kaç senelik hikaye. Bir de ne zaman aldığım bir ürünün insanın ensesini kaşındıran etiketine baksam; ya "casual" yazıyor ya "essential". Herifler etiketten, "çözdük seni ey müşteri!" mesajını veriyor. Lazım olanı alan sıradan insan!

Bir de marka, mağaza bağımsız olarak düşündüğüm bir konu var. Daha önce tekstil sektörü ile ilgili bir projede çalştım. Üretim yapılan yerleri gördüm. Yüzlerce insan makina gürültüleri arasında, belli sürelerde sigara içme, çay molası verebildikleri zorlu fabrika koşullarında çalışıyorlar. Türkiye, Bangladesh, Çin gibi ülkelerde böyle, belkide burada anlatabildiğimden daha da kötü ne fabrikalar var. Bu fabrikalar, Marks&spencer, H&M, Mango, Zara gibi uluslararası firmalara üretim yapıyorlar. Ucuzdan satın alınan emek, dünyanın her yerindeki mağazalarda, ucuz beğeniler için, pahalıya satılıyor. Devasa alışveriş merkezlerindeki mağaza çalışanları günün 12 saati, akşam 22'lere hatta 24'lere değin satış yapabilmek için helak oluyorlar. Bazen düşünüyorum da biz hiç almasak, bu döngü bir yerden kırılır mı acaba?

Ali, Veli, Hasan Amca'nın çalıştırdığı dükkan konsepti, butik konsepti, terzi konsepti... Nesli tükenen hayvanları sayıyorum sanki... Yabancıların "mass consumption" dediği, yerlilerin ne dediğini bilmiyorum, bu hır gür, bu ortam, öğütüyor insanları.

Sözlerimi bir dörtlük ile sonlandırmak istiyorum:
Kafa dağıtmak için gidilecek tek yer alışveriş merkezi olduğundan olacak, yolum düştü Mango'lara.
Ankara dar geldi AVM koridorlarına sığamadım.
Yerli yersiz hep düşündüğümden olacak,
Çok arzu ettim, bir Mango kadını olamadım.

13 Aralık 2010

Beklenen film vizyonda: Askerlik

Sevgili günlük,
Bugün canım sevgilimi askere gönderdim. Daha iki gün önce öğrendik Canım'ın acemi birliği için nereye gideceğini, meslek kurası çekip çekmediğini... Ülkenin hangi köşesine gideceğini, gitmeden 2 gün evvel öğrenmek mantıklı bir iş değil. Bu işte mantık arama! Arama! Gecenin bir vaktinde açıklıyorlar sonuçları. Buna rağmen sistem kilit oluyor. Ekranda sonucu ilk gören sevgilimdi. Asker alma dairesinin sayfasında açılan resmi duyuruyu görünce, sevinçten güller açmadı tabi sevgilimin yüzünde. Onun yüz ifadesiyle birlikte benim içim de cızzz etti. Ben de öyle bir süre baktım ekrana. Sonra, sanırım olayın ciddiyeti bir anda kafama dank mı etti nedir, hüngür hüngür ağlamaya başladım. Uykum kaçtı. Bir bira içtim. (Tabii, her zaman olduğu gibi, bir Efes'in dibini göremedim.) Ertesi gün kurbağa gibi şişmiş gözler ve bozuk bir moralle işe gittim. Bir gün daha geçti...
 
Cumartesi sabahı 20 cm kalınlığında bir karla örtülmüştü penceredeki manzara. Görev beklemez, kısaca "yeşil don alımı harekatı" diye isimlendirilebilecek şekilde, Canım'ın orada ihtiyaç duyabileceği eşyaları almamız gerekiyordu. İnsan sürece müdahil olamayınca, orada nasıl bir ortam olduğunu her ne kadar hayal etse de, kendi yaşamadığı için, bir değişik ruh haline kapılıyor. Oysa askeriyede aşağı yukarı 1,5 yıl kadar çalıştım. Bizzat subaylarla. Tanka binmişliğim var. Helikopter simulasyonu ile hedef vurmuşluğum var. Rütbeleri ezbere biliyorum. Terhis süresini hesaplayan eğitimin senaryosunu yazdım. İç güvenlik harekatı kitapları okudum. Ben daha kıdemli asker sayılırım. Ama gel gör ki; istersen orgeneral ol, kazın ayağı pek de öyle değil. Sanki, sevgilimin çantasında bir çengelli iğne eksik olsa, dünyanın sonu gelecek... Bu ruh hali ile menüsküs ağrım dizimdeki mevzisinede konuşlandı. Bir cumartesi günü, Ankara kara bürünmüşken, ben penguen gibi yalpalarken, gerekenler listesini tamaladık sevgilimle birlikte.


Pazar günü Umut ve Rabia ile birlikte götürüp bıraktık kocacığımı kışlasına. İyi ki geldiler bizimle. Ortalık hakikaten "kış" la! Bir de en son ev taşıdığımız kış böyle yağmıştı. Tam "öksüz oğlan hırsızlığa çıkmış, ay akşamdan doğmuş" durumu. Mantığı duygularına galip gelebilen bir boğa burcu kadınına yaraşır biçimde ağlamadım, sızlamadım kışlanın kapısında. Yolda Umut aynadan göz ucuyla ağlayıp ağlamadığımı kontrol etti, sordu. Gülerek uğurladım sevgilimi. İnsanın böyle zamanlarda kafası durmuyor; daha bir fazla düşünüyor. Ya da bana öyle oluyor bilemiyorum. Durmadan, en iyisi, en hayırlısı olsun diye düşünüyorum, diliyorum. 

Dün gece yazmaya baladığım yazı, bu gece de sürdü. Buraya kadar geldi. Az önce pencereden  baktım. Kar da yağmaya devam ediyor. Bu yıl kar yağmasını hiç sevmedim ben. Zaman çabucak geçsin. Gelsin sevgilim. Sağ salim, bütün diğer askerler için de dilediğim gibi...

26 Ekim 2010

Tiramisu

Pek saygıdeğer, meydanlara sığmayan okuyucu kitlem, 
Roma seyahatini hakkıyla şu sayfadan nakletmek işini yapamamışım ama bu lezzetten sizleri mahrum etmek olmaz. Tiramisuyu memleketinde ilk tattığımızda "biz bugüne dek tiramisu yememişiz arkadaş." demiştik. Borgo Antico'daki şeker garson kızmız Claudia'nın literatürümüze kazandırdığı Tiramisu tarifini denedik. Yukarıdaki de fotosu. Calaudia'ya olan tuzlu tarifi borcumu Emine Beder'in bir dönem gazetelerden kesip sakladığım tariflerinden biri ile ödeyeceğim. Önümüzdeki Easter'a kalmasın. Önümüzdeki Easter'a Allah kerim. Buyrun bu da yukarıdaki lezzetin tarifi:

Pavesini = Bildiğin kedi dili bisküvisi, ithal olanlardan, 1 paket yetti.
Whipped cream, 250gr = Bildiğin az sütle hazırlanmış bir paket krem şanti.
Eggs, 3 = Yumurta kokusuna tahammülüm yok. Ben 2 kullandım.
Mascarpone, 250Gr (mascarpone is a kind of full-fat cream cheese often used for desserts) =Trakya peynir çıkarmış ama fiyat biraz şinanay...
Sugar, 2 spoons = Bildiğin yemek kaşığı ile. Pudra şekeri varsa daha iyi olabilir.
and one cup of coffee. = Ben bunu şekerli olarak hazırladım ve biraz da acıbadem likörü ekledim.
The ingradients have to be worked separatly. (Bu az bulaşıkla güzel yemek olmaz demek :)
take one bowl and put in there 3 egg yolk, 2 sugar's spoon and the mascarpone cheese
in another bowl you have to whip the egg whites until they becomes as the snow (Kabı ters çevirsen dökülmeyecek kıvamda olmalı ki çevirdim!) . when you will finish to whip the eggs whites remember to put it back into the refrigeretor.
Then you have to whip the cream. (Kremşanti olayı)
now you are ready to blend all the ingredients into the same bowl. take the cup of coffee and pour it in a soup plate. and now what you have to do? you have to submerge pavesini biscuits in the coffee -just for a few seconds- and then you put pavesini in a pan (it hasn't to be too big). And right after you will have done the first floor you have to add the cream in the bowl. keep doing until you will finish the ingredients.


Ben pasta gibi üst üste koyup yaptım. Kreması dolapta iyice katılaşırsa bu tamamdır ama hemencecik yapacaksanız cup'ta yapın derim. Tiramisu'ya cup almak lazım.
 Tarifin etkisi aşağıdaki fotoğrafla tescillenmiştir.


Aklımda başka tilkiler dönüp dururken, oturdum Tiramisu tarifi yazdım. Tatlı yazalım, tatlı konuşalım.

12 Ekim 2010

I like it on the front seat! Three times!

Bu akşam arabaya bindim. Dersten sonra arabada bıraktığım sırt çantam ön koltukta duruyordu. İçine laptop sığabilen şu spor sırt çantalarından... Bu kez içinde lap top yoktu. Notlar... Öğretim teknolojisinin tanımı, tarihi, defterime aldığım notlar, yemeyi unuttuğum meyveler, kurşun kalem, silgi vs.

Spor çantam ön koltukta dururken elimdeki diğer çantaları da koltuğa attım. Biri lap top'um. Bitmeyen işleri eve götüren, getiren, işimi yaptığım cihaz. İşim, mesleğim. Dosyalarla dolu. Yazılar, notlar, raporlar, sunular, dokümanlar, fotograflar, projelerim... Özenle seçilen ve sıkça değiştirilen bir arka plan resminin üzerine dizilmiş iş hayatım.
 
Bu iki çanta ön koltukta dururken, diğer çantanın dökülmeden orada kendine yer bulabilmesi için biraz düzenleme yapmam gerekti. Diğerlerini çekiştirdim. Kırmızı, biraz yıpranmış ve her daim içi hınca hınç dolu çantamı da ön koltuğa yerleştirdim. Fermuarı bozulmuş çantayı ne zamandır yenilemedim. Seviyorum kırmız çantamı. Parfümümü, rujumu, bir kadının gerekli gereksiz taşınabilecek ne varsa, kitaptır, peddir, ağrı kesicidir, göz kalemidir, alışveriş listesidir, faturadır, cüzdandır, kimliktir, karttır... Hepsini içeren sevgili çantamı da koydum ön koltuğa.


O üç çanta arabanın ön koltuğuna sığdı. Dökülmedi, devrilmedi. Ağır geldiği için arabam bipleyerek emniyet kemeri ışığı yakmaya başlamadı. Eve gelirken spor çantamı sırtıma taktım. Lap topumu sol elime  ve kırmızı çantamı sağ omzuma. Kapımı anahtarımla açtım. Evime vardım. Arabaya bindiğim an koltuktaki üç çantaya bakıp, kendi hayatıyla analoji kuran halime şaştım. Üşenmedim bir de bunu buraya yazdım.

Facebook'ta çılgınlar gibi  paylaşılan soruya da cevap olsun: I like it on the front seat. Three times!

11 Ekim 2010

Bir konferansın ardından...

Cuma günü Anadolu Üniversitesi'nin organize ettiği IODL-ICEM etkinliği için Eskişehir'deydim. Bana laci döpyesimi giyme fırsatı... :) Uzaktan eğitimin yönetilmesi ve değerlendirilmesinde, kurumsal alanda yaşananalardan söz eden bir sunum yaptım. Bir sonraki konferans değil de dergi makalesi olsun istiyorum! Bakalım nasıl (vakit) olacaksa...

30 Eylül 2010

Bloguma İçimi Dökeyim!

 Vay arkadaş. Kaç ay oldu yazmayalı. Ekim geldi. Yarın Ekim 1, 2010. Vay arkadaş."Fast forward"a bağladık yine. Şaşkınım.
Tatil planımızı yazacaktım. Zaman aşımına uğradı çoktan. Gittik gezdik geldik. (belki yine yazarım...)
Sonra... Yaz yoğun geçti. İş açısından yani. İşler güçler. İzmir, İstanbul...
Sonra... Beklenen an geldi çattı. Emrah jüriye girdi. Doktorasını verdi. (hala yazıyor karşımda...)
Sonra... Askerlik zamanı geldi.

Yeni öğretim dönemi de açıldı üstüne. Harç ödedim. "Ulan bu kayıt yaptığım kaçıncı dönem?" diye sordum kendime. Sordum! Cevabını boşverdim.
Aman be günlük.
Bu yorgunluk bugünkü yağmurdandır belki.
Belki dizimin dibinde bekleyen laptopun baskısındandır.
Aklımın içinde bir ev.
Dayıyorum döşüyorum.
Mozaiklerini ellerimle yapıyor, karolarını seçiyor, tasarlıyorum.
(Olmayan bir salonun duvarına ne koyacağıma karar verdim çoktan.)
Daha önce yazdığım o kanepeyi yerleştiriyorum evin içine.
Kanepeyi yeşilli bir desenle kaplıyorum.
Hayal etmeden de olmuyor, emek vermeden de...
Anneciğimin sorduğu soruyu kendime sorup: "Poliyanna mıyım neyim?"
İşe, güce koyuluyorum...
Gidip bir kahve koyayım.
Kokusundan bir nebze dostalara yollayayım.
Aman be günlük... Hayat işte fazla abartmayayım!

Not: Resme bayıldım. Diğerleri için bir tık.

18 Haziran 2010

Procrastination (Erteleme Davranışı) Eserleri

Klavyenin üzerinde gezinen parmaklar, boşuna çalışmıyor. Helal olsun sentezlediğiniz ATP'ler. Bir procrastination eseri içinse, helal olsun! Makalenin sonuç kısmını yazmaksa, şöyle dursun!

Bu Haziran bir garipti. Dolu yağdı mesela, bildiğin dolu. Arabaların camlarını delip geçecek denli iri, kocaman. Ben deyim ceviz sen de yumurta... Elimizden, camdan dışarısını seyretmekten başka birşey gelmedi. Gelmez. Mesela ben camlardan, sanki evimiz taşlanıyormuş gibi sesler gelmeye başlayınca korktum, endişelendim. "Lütfen dursun şu dolu!" diye düşündüm. Yüksek sesle söyledim. Diledim. Hepsi bu! Elimizden gelen. Sonrası, arabadaki hasara bakmak, bahçeyi süpürmek, balkonu yıkamak...

İnsanın  sevdikleriyle ilişkileri de zaman zaman doğa olaylarıyla ilişkisine benziyor işte. Bir şeyin olacağı varsa, oluyor. Huylu huyundan vazgeçmiyor. Önceden alınan önlemlermiş, yok efendim "ben söylemiştim." lermiş... 5 kuruşluk kıymeti yok. Korkmak, endişelenmek, hayıflanmak, uykusuz kalmak, dert edinmek, üzülmek... Hepsi boş. Haziran ortası kar yağacağı varsa, yağıyor. Dolu düşecekse, düşüyor! Herşey olup bittikten sonra, artık hesap sormuşsun, başa sarmışsın olacak gibi değil. Bahçeyi düzenlemek, balkonu yıkamak ve eğer camlar kırılmışsa, onları taktırmak gerekiyor. Ve tabiiii, kabullenmek. O vakit bu kabullenme hem kendim hem de bütün sevdiklerimiz için gelsin! Amin! Bu konuya nerden geldiğim de bana kalsın.

* Karikatürdeki kabullenme durumu biraz abartı ama... İdare edin artık.

23 Mayıs 2010

Kaşıklıklı Zeytinli Kek

İsimde herhangi bir yanlışlık yok. Sizi merakta bırakmadan tarifi veriyorum efem.  :)

Günlerden Cumartesidir.(Herhangi bir cumartesi olduğundan, "c" küçük; oysa hiçbir gün herhangi değildi dolayısıyla "C" büyük. Ayraç kullanmadım. Canım istemedi. İmlayı bir kenara bırakıp devam edelim.) Sadece klavye ve araba kullanan ellere sahip olmak istemeyen obur şirin, kendini mutfağa atar. Dolapta zeytin vardır. (Antakya'dan Ruken'in zeytin salatası için özel olarak hazırladığı süper yeşil zeytinler...) Dondurucuda biraz da lor peyniri vardır. O zamaaaan tuzlu kek denemesi yapılmalıdır. Birkaç tuzlu kek tarifi okunur. 4 yumurta ile başlayanlar "yuh! Tavuk çiftliğimiz mi var? Kek dediğin en çok üç yumurta ile yapılır." denerek elemine edilir. Doğaçlama tarif için mutfağa geçilir.

Eldivenleri ben diktim. Keki ben pişirdim. Kaşıklığı da ben kırdım :)

Efendim dolaptan 3 yumurta çıkarılır.
1 çay bardağı kadar çekrdekleri nazikçe ayıklanıp doğranmış yeşil zeytin hazır edilir.
Dondurucudan çıkarılan 2 cay bardağı kadar lor peyniri, "aaaa bu donmuş, ben şunu şu kaşıklıkla bir ezeyim." denerek, tak tak tak diye kaşıklıkla tepesine vurmak suretiyle itina ile un ufak edilir. Bu sırada kaşıklık itina ile kırılır. Bir de utanmadan kırılan kaşıklığa şaşırılır. Kırılan kaşıklığı yapıştırma görevi derhal eşe verilir. "Bundan hayır çıkmaz, ben yenisini alayım" denir. Olayın absürtlüğüne kek piştrikten sonra, kaşıklık yapıştırıldıktan sonra, ve daha sonra hep gülünür. Keki kaşıklıklı ve güzel yapan budur! Unutmayınız.

Daha sonra 3 dolu yemek kaşığı yoğurt, yarım çay bardağı kadar süt, 1,5 çay bardağı sıvı yağ,  1 paket kabartma tozu, aldığı kadar kepekli ve sade un karışımı, dereotu, kekik, az tuz, kırmızı biber ve 1 çimdik kimyon karışıma ilave edilir.Yağlanıp unlanmış kalıba dökülür. Üzerine susam ve çörek otuyla desen yapılır.

Kek sürekli olarak başına gelinip gidilmek suretiyle, "Allahım, kırdığım kaşıklığa deyse bari!" şeklinde serzenişlerle 160-180 derecede yaklaşık 45 dakikada pişirilir. Kek güzel olur. Olan kaşıklığa olur. Kaşıklığa gülünür. Kaşıklıklı zeytinli kek afiyetle yenir.


Not: Bu sitedeki tariflerin garantisi yoktur ama siz yine de evde deneyiniz. :)

17 Mayıs 2010

Vay Anasını Sayın Seyirciler!


Vay anasını sayın seyirciler. Çünkü ligin son maçında tirbünlerdeydim.
Dün akşam Galatasaray-Gençlerbirliği maçını izlemek üzere 19 Mayıs Stadı'nın kapalı tiribününde, popomu rahatsız eden gri koltuklara oturmuş; bir yandan tezahürat yapıp, bir yandan çekirdek çitliyordum. Vallahi billahi! Alnımın ortasında konuşlanan sivilce yalan söylemediğimin bir numaralı ispatıdır!

Maça gidişimin yeganecik sebebi, biricik sevgilimdir. Kendisi bir müddettir beni her alışveriş merkezinin olmazsa olmazı olan Galatasaray dükkanlarına çekelemekte, "Sana şu eşofmanı alalım mı?", yok efendim "Bu yağmurluğun tasarımı olmuş, alalım mı?" gibi ayartıcı sorularla beni kafalamaya çalışmaktadır. "Arda Turan'ın bir yılda aldığı parayı verirseniz, olurum size taraftar!" diyorum. Dinleyen yok, pazarlığa yanaşan hiç yok! Bir maçlık ücrette de anlaşırız gerekirse.

Sevgili okur, bu noktaya kadar yazdıklarımdan da anlaşıldığı üzere, futbol takımı tutmakla falan pek işim olmuyor. En son maça gidişim 8-9 yaşındayken (yani bundan aşağı yukarı 12 sene falan evvel :):) arada bir de doğum günü atlattık, altını çizmesem olmaz.) Ankara-Cebeci Standı'ndaydı. Yanlış hatırlamıyorsam bir Beşiktaş Maçı idi. O zaman nerde öyle gol olunca yanıp yanıp sönen elektronik skor tabelaları, dönüp duran reklam tabelaları. Hafızamda kalan, kocaman bir rakamın skor tablosuna yerleştirilişi. Ne rakibi hatırlıyorum, ne de sonucu. Cebeci Stadı'nın da yerinde alış-veriş merkezi yelleri esiyor zaten...

Yukarıdaki paragraflarda anlatılanlardan anlaşılacağı gibi futbol'la pek işim olmuyor. (okura balık hafızalı muamelesi çeken yazar!) Nasıl olsun? Dün akşam toplum psikolojisinin ve kale arkası seyircisinin baskısıyla tribünde bir oturup bir kalkarken bile sorgulaman edemedim: "Ben işimi yaparken neden kimse benim için tezahürat yapmıyor?" Mesela ben bir konu uzmanı ile toplantıdayım. Arkadan bir ses gelse: "HAYDİ BASTIR HAYDİ DİDEM HAYDİİİİİ! TAM ZAMANI TAM ZAMANI ŞİMDİ !"  Ya da tam bir senaryonun ortasındayken, Teknokent'te yer yerinden oynusa: "DİDEM SEN BİZİM HERŞEYİMİZSİN!" Ben o gazla senaryoyu yarım saatte bitirip,toplantıdan galip ayrılsam olmaz mı? Olmuyor!

Olmuyor! Aslına bakarsanız futbol, klüpler, taraftarlık bazı yönleriyle güzel kavaramlar. Mesela kapısından girmeye çekindiğiniz birinin tuttuğu takımla ilgili muhabbet açıp; yarım saat içinde kanka olma ihtimaliniz var. (Bu bireysel bankacılık eğitimlerinde ele alınan bir taktikti.) Öte yandan, yok efendim sahanın ortasına bayrak dikmeler, yok efendim stadı yakmalar. Barça taraftarı dün akşam güzelim La Rambla Caddesi'ni yakmış! Ben bu işlerden hazzetmiyorum! Vallahi hiç hoş olmuyor!

 
 

Öte yandan tribünde maç izlemenin keyfi de bir ayrı. Öyle bir ortam ki; günlük yaşamda ayıplanacak, tu-kaka denecek ne varsa, orada mubah! Misal, yanındakiyle aynı renk giyindin. Dakkasında "ikiz eşek" damgasını yersin. Burda öyle bir durum yok. Asıl giymezsen racona ters. Misal, küfretmek serbest! Hakemin yakınlarına sayıp sövmeyen bizden sayılmıyor. Bir de mantık kuralları o kapıdaki hapisane girişini andıran turnikelerden geçemiyor anladığım kadarıyla. Bu çıkarıma, maçı (2-1) kaybetmişken, şampiyon olamayan Fenerbahçe'yi düşünerek, sahada Ankara havası eşliğinde göbek atarak ligi 3.lükle kapatan Galatasaray taraftarlarının arasında iken vardım. Şunu da itiraf edeyim ki: "Kocacım bu sizin takımın içi geçmiş!" diyerek maçı izlemeye başlayan ben, maçın sonunda kendimi sevinç içinde "Bursaspor!" tezahüratı yapaerken buldum. Hey Allahım, sen aklıma mukayyet ol! O nasıl bir coşku, nasıl bir adrenalin. Gittiğmiz maç iddiasız bir maç olduğundan, tıklım tıklım değildi. Tabiri caizse, saha full çekse, adrenalinle birlikte salgılacak aşırı testesteron, ortamı çekilmez hale getirecekti. Adı geçen salgılar düşünüldüğünde, bu kadarı bana yetti!

Bir başka gözlemim de şu ki; taraftarlık sahada, maçta bitmiyor. Evde, kırda, plajda, metro istasyonunda devam ediyor. Yahu kardeşim 20'lerinin ilk yarısında, üflesem uçacak, osuruktan bir kız çocuğunun karşı perona gelen vagonun içindeki Fenerli gneçlere hareket çekmesi nedir? Dokuz kusurlu hareketten biri midir?

Hah! bir de bu var tabi. günlük yaşamdaki her şeyi futbol terimleriyle anlatmaya çalışmak. "Abi tam alıyoduk ihaleyi, top direkten döndü!"


Benden Galatasaraylı olur mu? Bilinmez. Alsınlar Mekteb-i Sultani'ye olayım! demek için de artık çok geç. Fakat, futbola ilişkin gözlemlerime dayanarak şunu söyleyebilirim ki; ülkeyi böl ve yönet yöntemi ile idare edenler; futbolu da aynı yöntemle idare ediyorlar. Futbol bir anda bir oyun omaktan çıkıp, kimseye, hatta diğer spor dallarına bile, yaşam hakkı tanımayan, ayrılıkçı, faşist, iğrenç bir öç alma oyununa dönüşüyor. Futbolda dönen paralarla üstesinden gelemediğimiz ne çok soruna ilişkin ne çok güzel şey yapılabilir diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Bendeniz bu oyuna, en azından bir süre daha, bulunduğum yerden bakmayı tercih ediyorum.

Not: Hala ofsayttan çakmıyorum. Ha bir de blog dünaysını sallayan ve basın tarafından sevilmeyen sağlam futbol blogu yazarlarına selam olsun!

03 Mayıs 2010

Noktası, virgülü kendi yerini bulsun!


Cama çarpan kelebeklerin ölmesinden,

Kanadın geride bıraktığı toz zerresi kadar etkilenmeden

Yaşamayı öğrendim ben.

Siz ki ne desem, inanacaksınız

İnanmayı kendine huy edinmiş

Bir iki bacaklısınız.

Kimi gün,

Dört olsaydı da fark etmezdi diye düşünüyorum işte

Böyle boş şeyleri düşünmek benim işim.

Dört, altı, sekiz, hatta kırksekiz…

İlle çift olmalı ille,

İlle bir hususa takılacaksanız…

Kelimelerle oynamayı iyi bilen

İyi sayan, iyi söven, iyi yalan söyleyen…

Her sabah uyandığında aynadan kendine

Kocaman bir palyaço sureti gönderen

Ben değildim derken

İlle de birileri vardı

Her gün kendini inkâr eden

Bu garip şey, bu inkâr, bu gariplik, bu yoksunluk

Pencereye çarpmadan evvel

Çoktan zehirlemişti kelebeği zaten!

14 Mart 2010

PAZARIN KASVETİ

Şikayet etmekten hez etmiyorum.
Haz etmek onaylanan bir eylem değil.
Öyleyse şikayet etmek onaylanabilir (mi?).
Doğru düzgün çıkarımlar yapmayı bize doğru düzgün öğreten oldu mu?
Olmadı?
If->then->else, what if???
Kafamda ne pişirsem, ne taşırsam, ne yazsam...
Ne çizsem, ne çizseler, ne öğrenseler?
Daha iyi anlatsam, daha iyi anlasam.
Daha çok okusam, daha çok
Ben bana yetsem,
Herbişey yetse
Az gelmese...
Hiç korkmasam, hiç utanmasam.
Amaaaan!
Boşverin okumayın bu blog postu.
Yazar pazarın kasvetine kapılmışsa. Boşverin!
Bir pazarı daha katledin!

Not: Bu post artık var olmayan bir vişne ağacına ithaf edilmiştir.

27 Şubat 2010

Dün akşam

Dün akşam Erkin Koray konserindeydik.
Dip sahneyi sevdim.
Biranın 10 lira olmasını değil.
Erkin Baba'nın ilerlemiş yaşı ile sahnede durmasını sevdim. canlı dinlemek güzel.
"Neyse biz bunu boş verelim!" demesi değil.
Güzel bir akşamdı.
Daha da güzel olur muydu? Elbette!

Kalite kötü ama atmosfer hakkında fikir verebilir. Buyurun izleyin!

08 Şubat 2010

Kızılcahamam Dönüşü

Bu yazı Umut’un Paris dönüşü yazısına ithafen değil, ders çalışmaktan ve bilgisayar başında mesai yapmaktan omzu kolu, bileği sırtı, beli bıkını tutulan bütün herkese ithafen yazılmıştır. 

Kendinden habersiz muhaberimiz Kızılcahamam Patalya Otel'den bildiriyor. 

“Ellimizde-altmışımızda gideceğimiz yerler!” diye düşünmeyin. (Ümit kulakların çınlasın!) Benim ve sevgilimin çeşitli nedenlerle gerilen ve tatiiiil tatiiiiil diye bağıran bünyelerimize bu değişiklik iyi geldi.

(Bu kısım Gezelim Görelim ses tonu ile okunacak! Bir de şekilsiz kareli gömlek giymişim farz edin. Tam Nuray Ablam gibi olmuşum.) Kışın günü, kısa ve sıcak tatil en güzel nerede yapılır sorusuna yanıt: termal turizm. Bu açıdan, Afyon, Kütahya ve Kızılcahamam seçenekleri arasından, hem orman içinde bulunması, hem de evimize 90 km mesafede (Ölçtük herhalde!) bulunması nedeniyle Kızılcahamam Patalya Otel öne çıktı. Biz de yola çıktık.

Canım sevgilim (ki kendisi ilerleyen yıllarda tam anlamıyla bir gezelim görelimin yapımcısı olacağını bilmiyor.) her zaman olduğu gibi yine bana GPS muamelesi yaptı. Ben de GPS’lere taş çıkartacak şekilde her zamanki gibi tarif ettim yolu. Anadolu bulvarından İstanbul yoluna bağlan, go go go go. Kızılcahamam okunu görünce dön. Otel Soğuksu Milli Parkı’nın içinde. 
İçinde içinde. (Buraya da bir Cem Yılmaz "mutluluk içimizde" göndermesi yapayım!) Vallahi içinde. Parkın içinde en güzel yerinde. Şaka gibi ama milli parın içinde zabellaaaah gibi otel var. Şaşırdım mı? Yooo! Bu ülkede yaşarken insan 28 yaşına gelinceye dek hem milliyi, hem parkı, hem inşaatı, hem izni, hem de bunların arasındaki ilişkileri doğal karşılamayı öğreniyor.

Neyse efem konumuz bu değil. Beni otele çeken en büyük sebep kar yağarken ya da dışarıda hava eksi bilmemkaç dereceyken içinde cup cup yüzebileceğiniz bir sıcak su havuzun olması idi. Bkz. Alttaki fotograf. Hakikaten Cumartesi günü açan kış güneşi altında sıcak sularda cup cup yüzmek bünyeye ilaç gibi geldi. Zaten tatil bir sudur! İç iç kudur!

Otele varır varmaz çantaları odaya attığımız gibi oteli keşfe çıktık. Ayağımıza galoşlarımızı giydik sorduk: “Soyunma odaları nerede?” Yanıt: “Soyunma odası yok! Odanızdan telik ve bornozunuzla iniyorsunuz!” Hönk! Ferhan Şensoy’un “Oteller Kitabını”nın kulaklarını odamızdaki 2 adet single yatağı gördüğümüzde çınlatan sevgilimle ben bu hareketle ikinci dalga çınlamayı atmosfere saldık. Üçüncü dalga çınlama ise odamızdaki temiz ama yarı nemli bornozları gördüğümüzde salındı. Dördüncü dalgayı bizzat ben “bir gün içinde tek boznoz verebiliyoruz efendim!” cümlesini salıveren resepsiyoniste şaplattım.

Gerilmeyeceğim efendim. Hayalini kurdum ben bu kafa dinleme olayının. Gerilmeyeceğim. Ben gerilirsem kocam bam teli olacak. Ondan sonra kahkaha aterken etrafı çınlatan sesi, bir gürleme olaraktan otelin duvarlarında yankılanacak. Olacak iş değil. Sakin olalım. Mayomuzun üzerine bişeyeler geçirelim. Nemli bornoz ıslak bünyeyi bozmaz. Gel gidelim cup cup yapalım.


İşte bu aşamadan sonra boyut değiştirdik. Sanki bir penguenler cumhuriyetine gelmiştik. Evet evet penguenler cumhuriyeti! Açık havuz, kapalı havuz, fin hamamı, sauna, türk hamamı, 40 derecelik kür havuzu; yok efendim güzellik salonu, özel jakuzi, sularında çiçeklerin yüzdüğü uzak doğu müziklerinin çalındığı jakuzili salonlar gibi envai çeşit “su” aktivitesinin bulunduğu yerlerden oluşan otel, penguenlerce istila edilmiş sanki. Herkesin sırtında bir bornoz, kafasında bir bone, ayağında bir telik. Kaymadan yürümek için küçük adımlar atarak yürüyen bir sürü insan… Sürekli bir parmak arası terlik efekti, şipidik, şipidik, şipidik, şipidik… İnsan öyle de kolay adapte oluyor ki cumhuriyete; havuza bakmaya inen ayağı galoşlu normal giyimliler, dakkasında uzaylı muamelesini hak ediyor. “Ay bunlar da kim ayol?”


Asansördesin bornozlusun! Hiç tanımadığın insanların yanında kulak memelerinden sular damlatarak, terlik şapırdatarak geziyorsun. Sonra akşam yemeği vakti gelince bu penguen milleti ne kadar taşlı pullu varsa giyinip, ne kadar parfüm varsa sıkınıp geliyor. “Hani, hani kulak memenden su damlıyodu?” diye soramıyorsun, kulağından pırlantası damlayan asortiklere. Bu durum topluca soyunmalıyız tektip bornoz ile yaşamalıyız diye düşüdürttü bana. Burası muz cumhuriyeti mi? Hayır efendim penguen cumhuriyeti! Şipidik!

 Açık Havu Gündüz (sıcaklık -2)

 
Açık Havuz Gece (sıcaklık ?)

Bütün bu sulu fasiliteler bitip odaya çıkınca şöyle bir içim ürperdi gibi oldu.“Açayım şu iki singıldan dabıla dönme odanın klimasını!” dedim. Yanıldım! Yok! Ne bir on/off, ne bir radyatör, ne bir petek ne bir havalandırma, ne de bir klima! Resepsiyonu aradım tam gaz. "Odalarımız alttan ısıtmalı efendim, ama yine de ben bir baktırayım." Nası yani? Bizim odanın altını mı açacaksınız ocak misali? Kocaman 4’lü bir setüstü var da sanki, bir gözünü açacak hasbam! Çare kapının çalması ile alttan değil, kapıdan geldi. Üç gözlü devasa elektrik ocağı odada yerini aldı. Odanın sıcaklığı fena değildi zaten, sıcak sudan çıkan bünye zamanla adapte oldu. Elektrik ocağı,  ıslanan ve bir yenisini alamayacağımız konusunda altı çizilerek bilgilendirildiğimiz bornozları kurutma işinde çalıştı.

"Biz nasıl bir memleketin evladıyız yahu? Topluca yıkanmak nasıl bir gelenektir?" diye düşünerekten geçirdiğim bu tatil bana iyi geldi. (Bir de masaj kısmı var ki, onu anlatmayacağım. Zira anlatılmaz, yaşanır!)

Otel ile ilgili öneri ve değerlendirmelerimi alt alta not düşerek, Ankara’nın “elit” kesiminin oluşturduğu diğer otel sakinlerine selam ederek, yazıma son vermek istiyorum.
  • Otel’in bulunduğu doğa mükemmel, mimari açıdan tam bir skandal. Anlatılacak gibi değil! Zevksizlik, uyumsuzluk akıyor. Kür merkezi ile oteli birbirine bağlayan yerde laf olsun diye konmuş engelli rampası gözümden kaçmadı. Sağlam adamı rampanın başından bıraksanız, sonunda sakat olur!
  • Kür merkezindeki sıcak su havuzu manzarası ve suyuyla süper!
  • Açık hava sıcak su havuzu da harika! Hele arkadaşlarla birlikte gittim mi, gece ne eğlenitlir o havuzda beaaa! (bkz Pamuksu Otel!)
  • Yemekler, 10 üzerinden 4,5. (Ben de kendime göre Vedat Milorumdur!)
  • Çalışanlar süper kibar, pozitif ama genel bir organizasyon eksikliği var.
  • Ve otel bu hizmete oranla biraz pahalı.
Ama değdi!

01 Şubat 2010

01-02-2010


Kallavi bir blog yazısı yazmanın zamanı çoktan geldi de geçiyor bile. O zaman bugün bir e-postadan, bir makaleden öte oturup sivil bir blog yazısı yazayım. Havadan sudan bahsederek başlayayım söze.

Önce kar yağdı. Kar yolları kapadı. Üzerine yağmur indi. Ve ardından güneş açtı bu sabah. Böyle havlarda hep dersi asmak ister canım. Dersi asmak... Dışarıda güneş varken benim derste ne işim var? Otururum ağacın gölgesine, alırım elime kitabımı, okurum. Yaşım gereği bir aşık olma çabası içindeyimdir. Bir satır okur bin satır hayal kurarım. Güneş çıkmış ya işte şubatmış, nisanmış derdim olmaz. Aylardan mayıssa eğer, erguvanlar açmışsa, ya da iğdeler insanı kendinden geçiren bir kokuyla bezemişse sokakları. Tutmayın beni o vakit  Tutmayın! Kaçarım!

İş yerindeki ajandama tarih atarken uyandım hayalimden. 01/02/2010. Tarihi atarken sıfır ve bir ve ikilerden oluşan bir sistemin içine düşmüş buldum kendimi. İşte masamdayım yine, masama sığamıyorum. Her allahın günü şu deftere tarih atarken "Aynı köşeye at şu tarihi!" diyorum Kendi sözümü kendim dinlemiyorum. Ben bir tarih atıyorum, tarih bir çentik atıyor. Ödeşiyoruz.

Dersi asmanın mümkün, işi asmanın na-mümkün olduğu, kaçlık olduğunu bilmediğim sisteme mensup olduğum bu gün; kendisi bir bahar gününden kaçıp gelmiştir. Anneciğimin ellili yaşlarının ilk yarısını devirdiği bu gün, telefonda burnunu çekmekteyken konuyu usataca değiştirdiği bu gün... Bahardan kaçıp gelmişse. Tuttum. Hiç kaçırır mıyım?

27 Ocak 2010

Takıldım mı, tam takılırım

Bu şarkıya takılmış vaziyetteyim. Kendimi hem "poor", hem "misguided" hem de "fool" hissetmemin sebebine sevgilim bu sabah bir açıklama getirdi. İşe gelirken yol boyu bu açıklamayı düşündüm. Karar veremedim. en iyi ben bu şarkıyı bir daha dinleyeyim. Hatta siz de dinleyin!

"Poor Misguided Fool"

As soon as you sound like him
Give me a call
When you're so sensitive
Its a long way to fall

Whenever you need a home
I will be there
Whenever you're all alone
And nobody cares

You're just a poor misguided fool
Who thinks they know what I should do
A line for me and a line for you
I lose my right to a point of view

Whenever you reach for me
I'll be your guide
Whenever you need someone
To keep it inside

Whenever you need a home
I will be there
Whenever you're all alone
And nobody cares

You're just a poor misguided fool
Who thinks they know what I should do
A line for me and a line for you
I lose my right to a point of view

I'll be your guide in the morning
You cover up bullet holes

As soon as you sound like him
Give me a call
When you're so sensitive
Its a long way to fall

You're just a poor misguided fool
Who thinks they know what I should do
A line for me and a line for you
I lose my right to a point of view




02 Ocak 2010

BLOG-luyorum, BLOG-luyorsun, BLOG-luyor, BLOGLUYORUZ


Evet blogluyoruz ve bu yaptığımız eylemin pek çok etkisi oluyor. Dolayısıyla, bu çeşitli yönlerden bir araştırma konusu teşkil ediyor. Ne zamandır da aklımda dolanıp duruyor. Neden blogluyoruz ki acep? Bu sorunun yanıtını bir kaç kez kendi blogumda vermeye çalıştım, şimdi de HCI (Human- Computer Interaction) dersi kapsamında bir araştırma ile soruya yanıt aramaya çalışıyorum. Bloguma yolu düşenler lütfen bakmadan geçmesin. Cevap verilen her anket bonus sevap kazandırır :)

Ankete ulaşmak için tıklayın

İlgili bloga ulaşmak için tıklayın.