23 Mayıs 2010

Kaşıklıklı Zeytinli Kek

İsimde herhangi bir yanlışlık yok. Sizi merakta bırakmadan tarifi veriyorum efem.  :)

Günlerden Cumartesidir.(Herhangi bir cumartesi olduğundan, "c" küçük; oysa hiçbir gün herhangi değildi dolayısıyla "C" büyük. Ayraç kullanmadım. Canım istemedi. İmlayı bir kenara bırakıp devam edelim.) Sadece klavye ve araba kullanan ellere sahip olmak istemeyen obur şirin, kendini mutfağa atar. Dolapta zeytin vardır. (Antakya'dan Ruken'in zeytin salatası için özel olarak hazırladığı süper yeşil zeytinler...) Dondurucuda biraz da lor peyniri vardır. O zamaaaan tuzlu kek denemesi yapılmalıdır. Birkaç tuzlu kek tarifi okunur. 4 yumurta ile başlayanlar "yuh! Tavuk çiftliğimiz mi var? Kek dediğin en çok üç yumurta ile yapılır." denerek elemine edilir. Doğaçlama tarif için mutfağa geçilir.

Eldivenleri ben diktim. Keki ben pişirdim. Kaşıklığı da ben kırdım :)

Efendim dolaptan 3 yumurta çıkarılır.
1 çay bardağı kadar çekrdekleri nazikçe ayıklanıp doğranmış yeşil zeytin hazır edilir.
Dondurucudan çıkarılan 2 cay bardağı kadar lor peyniri, "aaaa bu donmuş, ben şunu şu kaşıklıkla bir ezeyim." denerek, tak tak tak diye kaşıklıkla tepesine vurmak suretiyle itina ile un ufak edilir. Bu sırada kaşıklık itina ile kırılır. Bir de utanmadan kırılan kaşıklığa şaşırılır. Kırılan kaşıklığı yapıştırma görevi derhal eşe verilir. "Bundan hayır çıkmaz, ben yenisini alayım" denir. Olayın absürtlüğüne kek piştrikten sonra, kaşıklık yapıştırıldıktan sonra, ve daha sonra hep gülünür. Keki kaşıklıklı ve güzel yapan budur! Unutmayınız.

Daha sonra 3 dolu yemek kaşığı yoğurt, yarım çay bardağı kadar süt, 1,5 çay bardağı sıvı yağ,  1 paket kabartma tozu, aldığı kadar kepekli ve sade un karışımı, dereotu, kekik, az tuz, kırmızı biber ve 1 çimdik kimyon karışıma ilave edilir.Yağlanıp unlanmış kalıba dökülür. Üzerine susam ve çörek otuyla desen yapılır.

Kek sürekli olarak başına gelinip gidilmek suretiyle, "Allahım, kırdığım kaşıklığa deyse bari!" şeklinde serzenişlerle 160-180 derecede yaklaşık 45 dakikada pişirilir. Kek güzel olur. Olan kaşıklığa olur. Kaşıklığa gülünür. Kaşıklıklı zeytinli kek afiyetle yenir.


Not: Bu sitedeki tariflerin garantisi yoktur ama siz yine de evde deneyiniz. :)

17 Mayıs 2010

Vay Anasını Sayın Seyirciler!


Vay anasını sayın seyirciler. Çünkü ligin son maçında tirbünlerdeydim.
Dün akşam Galatasaray-Gençlerbirliği maçını izlemek üzere 19 Mayıs Stadı'nın kapalı tiribününde, popomu rahatsız eden gri koltuklara oturmuş; bir yandan tezahürat yapıp, bir yandan çekirdek çitliyordum. Vallahi billahi! Alnımın ortasında konuşlanan sivilce yalan söylemediğimin bir numaralı ispatıdır!

Maça gidişimin yeganecik sebebi, biricik sevgilimdir. Kendisi bir müddettir beni her alışveriş merkezinin olmazsa olmazı olan Galatasaray dükkanlarına çekelemekte, "Sana şu eşofmanı alalım mı?", yok efendim "Bu yağmurluğun tasarımı olmuş, alalım mı?" gibi ayartıcı sorularla beni kafalamaya çalışmaktadır. "Arda Turan'ın bir yılda aldığı parayı verirseniz, olurum size taraftar!" diyorum. Dinleyen yok, pazarlığa yanaşan hiç yok! Bir maçlık ücrette de anlaşırız gerekirse.

Sevgili okur, bu noktaya kadar yazdıklarımdan da anlaşıldığı üzere, futbol takımı tutmakla falan pek işim olmuyor. En son maça gidişim 8-9 yaşındayken (yani bundan aşağı yukarı 12 sene falan evvel :):) arada bir de doğum günü atlattık, altını çizmesem olmaz.) Ankara-Cebeci Standı'ndaydı. Yanlış hatırlamıyorsam bir Beşiktaş Maçı idi. O zaman nerde öyle gol olunca yanıp yanıp sönen elektronik skor tabelaları, dönüp duran reklam tabelaları. Hafızamda kalan, kocaman bir rakamın skor tablosuna yerleştirilişi. Ne rakibi hatırlıyorum, ne de sonucu. Cebeci Stadı'nın da yerinde alış-veriş merkezi yelleri esiyor zaten...

Yukarıdaki paragraflarda anlatılanlardan anlaşılacağı gibi futbol'la pek işim olmuyor. (okura balık hafızalı muamelesi çeken yazar!) Nasıl olsun? Dün akşam toplum psikolojisinin ve kale arkası seyircisinin baskısıyla tribünde bir oturup bir kalkarken bile sorgulaman edemedim: "Ben işimi yaparken neden kimse benim için tezahürat yapmıyor?" Mesela ben bir konu uzmanı ile toplantıdayım. Arkadan bir ses gelse: "HAYDİ BASTIR HAYDİ DİDEM HAYDİİİİİ! TAM ZAMANI TAM ZAMANI ŞİMDİ !"  Ya da tam bir senaryonun ortasındayken, Teknokent'te yer yerinden oynusa: "DİDEM SEN BİZİM HERŞEYİMİZSİN!" Ben o gazla senaryoyu yarım saatte bitirip,toplantıdan galip ayrılsam olmaz mı? Olmuyor!

Olmuyor! Aslına bakarsanız futbol, klüpler, taraftarlık bazı yönleriyle güzel kavaramlar. Mesela kapısından girmeye çekindiğiniz birinin tuttuğu takımla ilgili muhabbet açıp; yarım saat içinde kanka olma ihtimaliniz var. (Bu bireysel bankacılık eğitimlerinde ele alınan bir taktikti.) Öte yandan, yok efendim sahanın ortasına bayrak dikmeler, yok efendim stadı yakmalar. Barça taraftarı dün akşam güzelim La Rambla Caddesi'ni yakmış! Ben bu işlerden hazzetmiyorum! Vallahi hiç hoş olmuyor!

 
 

Öte yandan tribünde maç izlemenin keyfi de bir ayrı. Öyle bir ortam ki; günlük yaşamda ayıplanacak, tu-kaka denecek ne varsa, orada mubah! Misal, yanındakiyle aynı renk giyindin. Dakkasında "ikiz eşek" damgasını yersin. Burda öyle bir durum yok. Asıl giymezsen racona ters. Misal, küfretmek serbest! Hakemin yakınlarına sayıp sövmeyen bizden sayılmıyor. Bir de mantık kuralları o kapıdaki hapisane girişini andıran turnikelerden geçemiyor anladığım kadarıyla. Bu çıkarıma, maçı (2-1) kaybetmişken, şampiyon olamayan Fenerbahçe'yi düşünerek, sahada Ankara havası eşliğinde göbek atarak ligi 3.lükle kapatan Galatasaray taraftarlarının arasında iken vardım. Şunu da itiraf edeyim ki: "Kocacım bu sizin takımın içi geçmiş!" diyerek maçı izlemeye başlayan ben, maçın sonunda kendimi sevinç içinde "Bursaspor!" tezahüratı yapaerken buldum. Hey Allahım, sen aklıma mukayyet ol! O nasıl bir coşku, nasıl bir adrenalin. Gittiğmiz maç iddiasız bir maç olduğundan, tıklım tıklım değildi. Tabiri caizse, saha full çekse, adrenalinle birlikte salgılacak aşırı testesteron, ortamı çekilmez hale getirecekti. Adı geçen salgılar düşünüldüğünde, bu kadarı bana yetti!

Bir başka gözlemim de şu ki; taraftarlık sahada, maçta bitmiyor. Evde, kırda, plajda, metro istasyonunda devam ediyor. Yahu kardeşim 20'lerinin ilk yarısında, üflesem uçacak, osuruktan bir kız çocuğunun karşı perona gelen vagonun içindeki Fenerli gneçlere hareket çekmesi nedir? Dokuz kusurlu hareketten biri midir?

Hah! bir de bu var tabi. günlük yaşamdaki her şeyi futbol terimleriyle anlatmaya çalışmak. "Abi tam alıyoduk ihaleyi, top direkten döndü!"


Benden Galatasaraylı olur mu? Bilinmez. Alsınlar Mekteb-i Sultani'ye olayım! demek için de artık çok geç. Fakat, futbola ilişkin gözlemlerime dayanarak şunu söyleyebilirim ki; ülkeyi böl ve yönet yöntemi ile idare edenler; futbolu da aynı yöntemle idare ediyorlar. Futbol bir anda bir oyun omaktan çıkıp, kimseye, hatta diğer spor dallarına bile, yaşam hakkı tanımayan, ayrılıkçı, faşist, iğrenç bir öç alma oyununa dönüşüyor. Futbolda dönen paralarla üstesinden gelemediğimiz ne çok soruna ilişkin ne çok güzel şey yapılabilir diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Bendeniz bu oyuna, en azından bir süre daha, bulunduğum yerden bakmayı tercih ediyorum.

Not: Hala ofsayttan çakmıyorum. Ha bir de blog dünaysını sallayan ve basın tarafından sevilmeyen sağlam futbol blogu yazarlarına selam olsun!

03 Mayıs 2010

Noktası, virgülü kendi yerini bulsun!


Cama çarpan kelebeklerin ölmesinden,

Kanadın geride bıraktığı toz zerresi kadar etkilenmeden

Yaşamayı öğrendim ben.

Siz ki ne desem, inanacaksınız

İnanmayı kendine huy edinmiş

Bir iki bacaklısınız.

Kimi gün,

Dört olsaydı da fark etmezdi diye düşünüyorum işte

Böyle boş şeyleri düşünmek benim işim.

Dört, altı, sekiz, hatta kırksekiz…

İlle çift olmalı ille,

İlle bir hususa takılacaksanız…

Kelimelerle oynamayı iyi bilen

İyi sayan, iyi söven, iyi yalan söyleyen…

Her sabah uyandığında aynadan kendine

Kocaman bir palyaço sureti gönderen

Ben değildim derken

İlle de birileri vardı

Her gün kendini inkâr eden

Bu garip şey, bu inkâr, bu gariplik, bu yoksunluk

Pencereye çarpmadan evvel

Çoktan zehirlemişti kelebeği zaten!