02 Eylül 2011

32. haftadan bildiriyorum.


Bugüne bugün hamilelik maceramızın 32. haftasına geldik. Artık çok az kaldı. Zaten son dönemlerde en çok söylediğimiz söz bu "artık çok az kaldı". Hem oğluşu beklerken hem de Emrah'ı beklerken bu söz sabır taşımızı biraz daha cilalıyor. Sabır taşımız, çatlamak şöyle dursun, bu süreç sonunda pırıl pırıl olacak. Bir pırlantaya dönüşecek :)

Madem 32 hafta boyunca neredeyse tek satır karalamadım. O zaman geriye şöyle bir bakıp, aklıma gelenlerden bir kolaj yapayım bu yazıda.


Hamilelik güzel, güzelden de öte müthiş, muhteşem bir süreç: Evet ilk aylarda midem bulandı. Telefonda bir iş görüşmesi yaptıktan hemen sonra böğürerek kendimi tuvalete atmak, başımı ofis masama koyup uyumak zorunda kaldım. Yemek istediğim ve istemediğim şeyler değişti. Kendi vücudumun sınırlarını bilemez hale geldim. "Ben bu kahveyi içerim" dedim; içemedim. "Ben bu yemeği bitiririm" dedim; bitiremedim. Suyun tadından iğrendim. Kendimi yeşil eriğe ve salatalığa verdim. Sonraki aylarda göbeğim, göğüslerim, ellerim, ayaklarım vücudumunn diğer yerleri tanımakta zorlandığım bir hal almaya başladı. Nikah yüzüğüm dar geliyor mesela. (Bu yüzden annemin yüzüğünü takıyorum ben içinde babamın adı var :) Hehe!) Giderek ağırlaşmaya başlayan vücudumla birlikte hareketlerim kısıtlanmaya başladı. Çorabın yere düşen tekini almak için eğilirken daha dikkatli olmaya başladım. Ama hiçbir değişim aniden olmuyor. Doğanın biz büyürken hep yaptığı gibi bir geçiş süreci içinde yavaş yavaş, alıştıra alıştıra...

İnsan hamile olunca, bir şeyi yaparken kendinden daha çok içinde yaşayan, tamamen farklı bir DNA taşıyan ve henüz tanımadığı o küçük insana zarar gelip gelmeyeceğini düşünüyor. Mesela, gövdeme ketılda kaynamış suyu, kazara boca ettiğim o gün en çok ona zarar geleceğinden korkmuştum. Bu yüzden de çok bilinen yanık merhemlerini bile hamileler için uygunluğu kanıtlanmış olmadığı için kullanmadım. Hemen hiçbir katkı maddeli yiyeceği tüketmedim. Nikotinden, kafeinden, teinden uzak durdum. Hatta Burger King'den bile...

Hamileleliğin Şu ana dek yaşadığım kısımda (belki daha sonra daha güzelleri de olur, bilemiyorum!) hissettiğim en güzel an, oğluşu içimde hissetmeye başladığım andı. Şu anda karnımda sağa sola karate tekmeleri savuran bu küçük adamı ilk kez 2 Haziran tarihinde minik bir kıpırtı olarak hissetmiştim. Böğüre böğüre ağladığım anlardan biri buydu. Bir diğeri, kendisini hamilelik testinde 2 çizgi olarak gördüğüm o ilk an... Bir diğeri, ekranda hızla atan bir kalp atışı olarak gördüğüm an... Bir diğeri henüz 3 aylıkken içimde elini başına doğru götürdüğünü gördüğüm an...

Yukarıda sözünü ettiğim tüm bu değişiklikler, tüm bu ağlamalar zırlamalar kendinizi sürecin muhteşemliğine herhangi bir gölge getirmiyor. En azından ben, bugün, bir mucizeyi yaşıyor olmanın farkındalığı ile belki, belki hormonlarımın verdiği gazla kendimi muhteşem hissediyorum. Kadın erkek ayırt etmeksizin, her seferinde ilk kez hamile görüyormuşcasına beni tepeden tırnağa inceleyen tüm insanlar da sağolsunlar. Sayelerinde "Allahım ne kadar da güzelim, hala çok çekiciyim, herkes bana bakıyor." diyebiliyorum. :)

Uzunca bir süredir çok istediğimiz bir şeydi çekirdek aile olmak. "Otuzumdan önce anne olmak istiyorum." türküsü çığırıp duruyordum. Ya bizim de çocuğumuz olmazsa diye, içten içe kaygılandığım zamanlar vardı. Ancak hamile olduğumu öğrendiğim ilk andan beri, bu bebeği sağlıkla dünyaya getireceğime dair çok kuuvetli bir his var içimde. Ve bu müthiş bir his!