31 Aralık 2013

2014 yılı dileklerim

Her yıl sona ererken Pino'nun yeni yıl dilek kartlarına bir kaç satır çiziktirmek alışknalık haline geldi. Aslına bakarsanız, hem geçen yıla, hem gelecek yıla bakmak, kendine hedefler koymak için birebir. Ülkenin içinde bulunduğu gündemi notlarıma karıştırmadan, ancak bilinç altımda , bilinç üstümde, satır aralarında ve omuzlarımın üzerinde hissederek yazıyorum listemi. İşte listem (Sağlık, huzur ve mutluluğa ek olaraktan tabi ki):
  1. Doktorayı bitirmek.
  2. Ev almak (taşınmak). Yeni evi dayamak, döşemek, keyfimce dekore etmek...(hadi artık bu sene olsun ama de mi?)
  3. Arın'ı  kreşe başlatmak. 
  4. Konferans desteği almak ve çalışmamı sunmak
  5. Düzenli spor yapmak
  6. Uzun süredir aklımda olan dövmeyi yaptırmak
  7. Arın'la birlikte bir yurt dışı seyahatine çıkmak
  8. Kilo vermek
  9. Denize girmek
  10. Daha çok yazmak, daha çok okumak.
  11. Hayatıma müziği tekrar sokmak!
  12. Ve en önemlisi tüm sevdiklerimin sağlıklı ve yanımda olması!
Arın'ın söylediği gibi 12 dilek diledim tam onikiiiiiiiiiiiiiiiii


29 Temmuz 2013

Bir evin yanışı

Bir evin yanışı…
Sabahları uyandığım, bahçesinde dolandığım, ve hatta abartıdan uzak bir cümleyle “sıvalarında parmak izlerimin olduğu yer!” Siyah beyaz resimleriyle, pencerelerinde demirleriyle bir evin yanışı.
Büyümek zaten böyle bir acayip, sancılı mesai. Bahçelerin yavaş yavaş küçülmesini eli kolu bağlı izlemek. Ayak bileğimdeki yara izinin sebebi merdivenin çatladığını görmek… Kırıldığını görmek. O merdivenin üzerinden atlayıp geçsem de, gidecek bir ev yok artık!

Bir evin yanışı...
Çocukluğumun yanışı bir nevi.
Korkmayın! Kimseler ölmedi o gün. O gün ve daha önceleri. Ölenler zaten çoktan ölmüşlerdi. Ölümü en acı yapan ne biliyor musunuz? İlişkileri çırılçıplak bırakıyor olması...

07 Şubat 2012

Sobelenmek Güzeldir

Anaaa. Blog hayatımda hep özendiğim bir olay başıma geldi. Sobelendim. Coraline sobeledi beni. Bana da sorulara yanıt vermek düşer o vakit. "Öncelikle bana kalbin kadar temiz bu sayfayı ayırdığın için teşekkür ederim." klişe cümlesini not ederek soruları yanıtlamaya koyulayım. Haydi bakalım:


1. Sence çok anlamlı bir söz?
Şimdi bir anda sorunca aklıma gelmedi. Geçen gün bir arkadaşıma söylediğin anneanne atasözü çok anlamlı mesela. "Kurumuş boklara su dökülmez." Anlamını anlayan beri gelsin!

2. Makyajında olmazsa olmazın?
Makyaj olmazsa olmazım olmadığından as lında yok denebilir. Ama makyaj yapınca da allık. Ağzımı bi şekil yapıp, o pofuduk fırçayı yanağıma sürtmek çok zevkli.

3. Uyguladığın güzellik tüyosu nedir?
Az makyaj yapmak, az krem sürmek ve koruma faktörlü nemlendirici kullanmak. Nereye kadar böyle gider bilmem. Bir anda stratejim değişebilir.

4. En sevdiğin çiçek?
Hepsi. Her tür ağaç, çiçek.

5. Nefret ettiğin bir şey?
Görgüsüz insandan nefret ederim.

6. En çok sevdiğin iltifat?
Kadınım ya işte, "çok yakışmış" deseler olay biter :)

7. Favori kitabın?
Yüzyıllık yanlızlık.

8. Sana görünüş olarak yakın bulduğun ünlü?
Yok öyle biri.

9. Herkesin beğendiği ama senin sevemediğin bir ürün?
Nutella. Herkes hastası ben değilim.

10. Şu an en çok almak istediğin kozmetik ürünü?
DKNY Love From New York parfüm. rengarenk farlar da olur, bak onun markası pek önemli değil ;)

Ben de sobelesem sobelesem
Daryal 

05 Şubat 2012

ANOVA'ya mektup


Sevgili ANOVA,

Bu mektubu sana çalışma odasındaki sandalyenin tepesinden yazıyorum. Ense-kökümde tarifini yapmakta zorlandığım bir ağrı. Daha önce deneyimlediğim hiçbir ağrıya benzememekte. Bünyemi gezen diğer ağrılarla birlik olup, beni sürekli şikayet eden bir kadın yapmaksa derdin… Hişt sana söylüyorum ense-köküm. Yemezler!

An itibariyle kocacım sürekli fış fışş fışşş sesler çıkaran bir adama dönmüş durumda. Bu fışırtıların bir-kaç gündür insomnik takılan oğlumuzu uyutacağını umuyoruz. Umutlar boşa çıkabilir. Ya da çok kısa sürebilir. Çocuk yetiştirmek hayatın tekrar tekrar yeniden yaşandığı bir deneyimdir. Her an her şey olabilir. Alışmak aptalların bayrak direğidir.

Evet ANOVA, bunları sana neden anlatıyorum? Seni kendime yakın hissediyorum. En yakın. Gözümün önündesin. Bir yere kaçtığın gittiğin yok. Hatta bir de üstüme üstüme gelmektesin. Bu aralar hissettiğim abuklukların bir temsilisin misal. Gerçek misin? “Significant” mısın? Yeterliliğe girme derdinde olan bu anne-kadınla birazcık oynar mısın? Bülent Ortaçgile’e selam çakalım bu vesile ile…
Testicles, libido ve viagra üzerinden istatistik anlatan bir ders dinledim. O mu bozdu benim dengemi? Kim bilir? Denge dediğin, patronun masasında, ipin ucunda sallanan bir metal toptur. Belki bana bu satırları yazdıran biraz da budur.

Bunca zaman sonra, sevgili ANOVA, seninle birlikte bu bloga konuk oluşumuz, benim içimi döküşümdendir. Ne dedi Ara Güler Usta? “Edebiyat görevini tamamlamıştır.” Görevimizi tamamladık mı, senle ikimiz ne dersin ha? Edebiyat iç dökmek midir? Blog bunun yeri midir? Sorgulamak bana mahsus değil susuyorum.
Elimizdeki örneklemi daha anlamlı bir biçimde ifade edecek harfler de bulabilirdim pekala. Bulmadım. Hıdır, elimden gelen budur! Alkolsüz birayı iç iç kudur!

30 Aralık 2011

Yeni yılınız tatlı olsun.


Canım cheesecake yapmak isteyince, nette şöyle bir gezindim. Envayi çeşit tarif okudum sonunda kendimce bir kolaj yaptım. Zart zurt temassızlık problemi çıkaran mini fırın yüzünden,peynirli kısmını fırına vermeyi riskli bulduğumdan “no bake” denen usulden bir  cheesecake yapmaya karar verdim. (Sonra alt tabanı pişirmek uygun olacak deyip onu pişirdim ya o ayrı. Onun kabarmama riski yok zaten, pişmese de oluyodu. Büsküvi neticede…) Cafe fernando’nun mandalinalı cheesecake tarifinden faydalandım. Ancak çok fazla labne gerektiği için onu da aynen tutmadım. Sonuç oldukça güzel oldu. Gözde yirmilik dişlerini çektirdiği için geçen akşam tadamamıştı bu müthiş lezzetten. (Çok da iddialıyım hani J ) Tarifini Gözde için buracığa yazıyorum.

Tabanı için:
  • 1,5 paket Burçak Bisküvi
  • 3 yemek kaşığı tereyağ
  • 2 yemek kaşığı şeker

1,5 paket bisküvi robottan geçirilip un haline getirilir. Tereyağ eritilip un haline gelen bisküvilerle ve şekerle karıştırılır. Bu karışım tercihen 23 cm’lik ama mutlaka kelepçeli ve güzelce yağlanmış bir kek kalıbına sıkıca yayılır. (benim kek kalıbım 28 cm’lik olduğundan kekim biraz yayvan ve daha ince oldu.) Hazırlanan taban 10 dakika 180 dereceye ayarlı fırında pişirilir.  (Fırının yanması için dua ettim, kafasına taşla vurdum)

Üst sosu için:

Ben daha önce Rümeysa’nın Mersin’den getirdiği limonlarla Dilek Teyze ile birlikte hazırladıkları limon şerbetini kullandım. Bol şekerli ve limonlu koyu kıvamlı bu şerbetin 2 subardağı kadarına birazcık limon kabuğu rendesi ve yarım limon suyu ekledim. 2 çorba kaşığı nişastayı suda ezip kaynayan şerbete ekleyerek bir jöle kıvamı elde ettim. (Normalde bu lezzeti yakalamak için onlarca limona ihtiyaç olacaktır. Bunun yerine hazır jöleli soslardan biri kullanılabilir ya da evdeki marmelatlar, reçellerden bir şeyler hazırlanabilir. )

Kreması için:
  • 500 gram labne peyniri (paketteki suyu süzmek gerek)
  • 3/4 su bardağı şeker
  • 2 çay kaşığı vanilya özütü (dr otkerin minik parfüm gibi olanından)
  • 2 yumurta
  • 1 paket hazır krema (200 ml sanırım)
  • 1 limonun ince rendelenmiş kabuğu
  • 2 çorba kaşığı (dolu) mısır nişastası (ben buğday nişastası kullandım)
Krema benmari usulü hazırlanıyor.  Bu konudaki açıklamayı cafe fernando çok güzel yapmış: “ufak boy bir tencereye iki parmak kalınlığında su koyup kaynatmaya başlayın. Kaynama noktasına gelince altını kısıp (düşük orta ateş) tencereden daha geniş, ısıya dayanıklı büyükçe bir kabı tencerenin üzerine oturtun. Oturttuğunuz kabın tabanının suya değmemesi gerekiyor. Yukarıda bahsettiğim benmari tekniği bu şekilde uygulanıyor.”

Altında su kaynayan (altı kısık) kaba 2 yumurtayı kırın ve şeker ile birlikte iyice çırpın (rengi hafif beyazlaşıp koyu bir kıvama alacak bunun için mikser ya da el blendırı öneriyorum.) Daha sonra bu karışıma nişasta dışında kalan malzemeleri ekleyip iyice karıştırın.  Nişastayı top top olmaması için süzgeçten geçirerek yavaşça ekleyip çırpmaya devam edin. Daha sonra ocağın altını biraz daha açarak ve karıştırarak benmari usulü pişirdiğiniz kremanın kıvamlanmasını sağlayın. Kremaya kıvamını nişastanın pişmesi veriyor. (Eğer kıvamı cıvık olursa bir miktar daha nişasta eklenebilir.) Eğer çok pişerse dibi tutabiliyor. Dikkatli olmak gerek.

Krema biraz soğuyunca pişen tabanın üzerine düzgünce yayın. En üste de hazırladığınız sosu yayın. (Ben sosun altına limon dilimleri yerleştirmiştim. Yarı şeffaf sosun altında kalan dilimler çok şık bir görüntü veriyor ama yemesi biraz zor, zira oldukça ekşi. Ayy ağzım sulandı şimdi.)

Daha sonra üzerinin buhar olmamasına dikkat ederek buzdolabında en az 4-5 saat bekletin. (daha uzun süre daha iyi sonuç verebilir.) Cafe fernando buhar olayı için kalıbın üzerini alüminyum folyoyla kapatıp üzerine bıçakla birkaç delik açmayı öneriyor. Streç filmle hava geçirmeyecek şekilde kapatınca üzeri buhar yapabilir.
Sanırım en zor kısmı bu bekleme olayı. Sonra sevdiklerinizle birlikte yiyin efenim. Kimsenin diş çektirmemiş olmasına dikkat edin. Hatta sünnet kutlaması için de yapılıp yenebilir pekala… J Afiyet olsun.

29 Aralık 2011

2011'in muhasebesi

Arın yandaki odada uyuyor. Ben de aklımdan geçenleri bir bir sıraya dizmekle uğraşıyorum. O kadar çok şey gelip geçiyor ki aklımdan, yazmak bir angarya oluyor. Yazmak istediklerimin hepsine ne yerim imkan veriyor, ne durumum. Yine de ufak bir özet geçiyorum kendime. Babamın mesleğine bir gönderme ile, 2011'in muhasebesi:

Rakamlarla, sayılarla, parayla, pulla ifade edilemeyecek bir kazancımız oldu 2011'de. Diyorum ya işte Arın içeride uyuyor. Geçen yılın dilek listesine "anne adayı olmak" diye yazmışım. Tam da dilediğim gibi bu yıl anne adayı oldum. Ve hatta dileğimin sınırlarını aştım, anne bile oldum. :) Arın hayatımıza girdi. Hoş geldi. Sefa geldi.

Dilek sıralamasında ilk sırada yer alan "askerlik" konusu da şükürler olsun ki halloldu. Sevdiceğim sağ salim evine döndü. Ama dilediğim gibi güzel bir askerlik geçirmedi. Sanırım askerliğin en güzeli hiç yapılmayanı ve yapılmayacak olanı. O da bize vurmadı. Özetle bu askerlik hususunda Noel Baba bize bacadan girdi. Tövbe tövbeeee...

Dilek listesindeki bir diğer konu da doktora yeterlilik ve proposal mevzularıydı. Arın'ın bünyeme teşrifiyle birlikte artan uykular ve azalan enerji, bu dileklere taş koydu. Bu dilekler oldukları yerde duruyorlar. Üzerlerinde çalışıyorum. "Dilek bu! Ne çalışıyorsun?" demeyin. Emeksiz yemek olmuyor.

Yeni yerler gezmek görmek... Hem de sevdğimle... Bu dilek de kısmen yerine geldi. Birlikte daha önce girmediğimiz sularda denize girdik. Hatta Arın da karnımda idi. Canım benden daha çok yeni yerler gördü. Belki görmeseydi daha iyiydi... Herneyse, hem askerlik hem de gezme kısmını aynı seneye dilemişim. Olacak iş mi yahu!

Zaten 2011 muhasebesine baktığımda bir arada gerçekleşmesi zor dilekleri bir araya koymuşum. Hata bende! Bunların hepsi aynı torbaya sığar mı? O torba bacadan girer mi? Misal, seviglinin askere gittiği yıl hem ev alınır hem de tırt tırt gezilir mi? Akıl var mantık var. Ama adı üstünde dilek bu. Mantıksız da olsa dileyeceksin. Sen niyet edeceksin bir kere. Niyet ettim. Hatta niyeti bozdum. Bu yıl olmadı, seneye...

Dilek listesine giren diğer bir konu da sigara. Hamilelikle birlikte son verdim kendisinin işine. Bir daha da karşıma çıkmasın. Amin!

Bir diğer sağlıkla ilgili dileğim de dizlerimdeki sıkıntıya ilişkinmiş.Onu hiç sormayın gitsin. Hamilelikle birlikte gitmek şöyle dursun, yatıya kaldı ağrılar. Ancak düzenli spor ve kilo verme dileklerimi gerçekleştirebilirsem olacak bu dilek. Koşullu dilekler silsilesi anlayacağınız. Koşullu ders gibi bişey. Bu yıla sakladık kendilerini.

Son maddeye sevdiklerimin, mutlu sağlıklı ve yanıma olması yazmışım. Bu dilek de kısmen tuttu. Sevdiceğim çok uzağa gitti. Gönlü hep benimleydi. Yaşamıma çok sevdiğim biri daha girdi. Oldu mu? Oldu!

Şöyle tepeye çıkıp, yukarıdan bir bakınca, hayatımın en değişik senelerinden biri oldun be 2011. Uçlarda yaşadım seni. Sabrımı denedin. Çok mutlu ettin. Çok ağlattın. Tüm bunlardan sonra, 2012'nin çok kısmetli geleceğine dair kuvvetli bir inanç var içimde. Gerisi fasa fiso!

2012'de dileklerimin gerçek olması dileklerimle... (recursive dilek dileme olayı)

02 Eylül 2011

32. haftadan bildiriyorum.


Bugüne bugün hamilelik maceramızın 32. haftasına geldik. Artık çok az kaldı. Zaten son dönemlerde en çok söylediğimiz söz bu "artık çok az kaldı". Hem oğluşu beklerken hem de Emrah'ı beklerken bu söz sabır taşımızı biraz daha cilalıyor. Sabır taşımız, çatlamak şöyle dursun, bu süreç sonunda pırıl pırıl olacak. Bir pırlantaya dönüşecek :)

Madem 32 hafta boyunca neredeyse tek satır karalamadım. O zaman geriye şöyle bir bakıp, aklıma gelenlerden bir kolaj yapayım bu yazıda.


Hamilelik güzel, güzelden de öte müthiş, muhteşem bir süreç: Evet ilk aylarda midem bulandı. Telefonda bir iş görüşmesi yaptıktan hemen sonra böğürerek kendimi tuvalete atmak, başımı ofis masama koyup uyumak zorunda kaldım. Yemek istediğim ve istemediğim şeyler değişti. Kendi vücudumun sınırlarını bilemez hale geldim. "Ben bu kahveyi içerim" dedim; içemedim. "Ben bu yemeği bitiririm" dedim; bitiremedim. Suyun tadından iğrendim. Kendimi yeşil eriğe ve salatalığa verdim. Sonraki aylarda göbeğim, göğüslerim, ellerim, ayaklarım vücudumunn diğer yerleri tanımakta zorlandığım bir hal almaya başladı. Nikah yüzüğüm dar geliyor mesela. (Bu yüzden annemin yüzüğünü takıyorum ben içinde babamın adı var :) Hehe!) Giderek ağırlaşmaya başlayan vücudumla birlikte hareketlerim kısıtlanmaya başladı. Çorabın yere düşen tekini almak için eğilirken daha dikkatli olmaya başladım. Ama hiçbir değişim aniden olmuyor. Doğanın biz büyürken hep yaptığı gibi bir geçiş süreci içinde yavaş yavaş, alıştıra alıştıra...

İnsan hamile olunca, bir şeyi yaparken kendinden daha çok içinde yaşayan, tamamen farklı bir DNA taşıyan ve henüz tanımadığı o küçük insana zarar gelip gelmeyeceğini düşünüyor. Mesela, gövdeme ketılda kaynamış suyu, kazara boca ettiğim o gün en çok ona zarar geleceğinden korkmuştum. Bu yüzden de çok bilinen yanık merhemlerini bile hamileler için uygunluğu kanıtlanmış olmadığı için kullanmadım. Hemen hiçbir katkı maddeli yiyeceği tüketmedim. Nikotinden, kafeinden, teinden uzak durdum. Hatta Burger King'den bile...

Hamileleliğin Şu ana dek yaşadığım kısımda (belki daha sonra daha güzelleri de olur, bilemiyorum!) hissettiğim en güzel an, oğluşu içimde hissetmeye başladığım andı. Şu anda karnımda sağa sola karate tekmeleri savuran bu küçük adamı ilk kez 2 Haziran tarihinde minik bir kıpırtı olarak hissetmiştim. Böğüre böğüre ağladığım anlardan biri buydu. Bir diğeri, kendisini hamilelik testinde 2 çizgi olarak gördüğüm o ilk an... Bir diğeri, ekranda hızla atan bir kalp atışı olarak gördüğüm an... Bir diğeri henüz 3 aylıkken içimde elini başına doğru götürdüğünü gördüğüm an...

Yukarıda sözünü ettiğim tüm bu değişiklikler, tüm bu ağlamalar zırlamalar kendinizi sürecin muhteşemliğine herhangi bir gölge getirmiyor. En azından ben, bugün, bir mucizeyi yaşıyor olmanın farkındalığı ile belki, belki hormonlarımın verdiği gazla kendimi muhteşem hissediyorum. Kadın erkek ayırt etmeksizin, her seferinde ilk kez hamile görüyormuşcasına beni tepeden tırnağa inceleyen tüm insanlar da sağolsunlar. Sayelerinde "Allahım ne kadar da güzelim, hala çok çekiciyim, herkes bana bakıyor." diyebiliyorum. :)

Uzunca bir süredir çok istediğimiz bir şeydi çekirdek aile olmak. "Otuzumdan önce anne olmak istiyorum." türküsü çığırıp duruyordum. Ya bizim de çocuğumuz olmazsa diye, içten içe kaygılandığım zamanlar vardı. Ancak hamile olduğumu öğrendiğim ilk andan beri, bu bebeği sağlıkla dünyaya getireceğime dair çok kuuvetli bir his var içimde. Ve bu müthiş bir his!