26 Temmuz 2007

Uzun aradan sonra

Blog yazılarıma verdiğim uzun ara sizleri yanıltmasın; yazmayı bırakmış değilim. Yalnızca yaşamaktan, yazmaya fırsat bulamadığım günleri bıraktım geride. Bu yaz ömrümün en hızlı yaşını yaşadım.

Kırk gün kırk gece değil ama, bu devirde öyle sayılabilecek kadar uzunca, 2 hafta kadar süren bir koşuşturma ile evlendim. “Sevdiğim”le birlikte yeni bir yaşama merhaba dedim. İzmir’deki nikâh muhteşemdi. Tam bir kır düğünüydü. Nasıl desem? Bu kadarını hayal bile etmiyordum. Bahçeyi öyle kalpler, tüller, çiçeklerle bezeli görünce, gözyaşlarımı tutamadım. Emeği geçen herkese, özellikle organizasyonun her anını omuzlayan Olcay Yenge’ye sevgilerimi gönderiyorum.

Ertesi hafta Ankara’ya dönüp çalıştım. Ben çalıştım, aklım başka yere çalıştı. Nasıl olcak bu işler? Diye düşünürken, arkadaşların desteği gerçekten yaz sıcağında içilmiş bir bardak soğuk su gibi geldi bana. Cuma gecesi evimizin bahçesinde, arkadaşlar, komşular, akrabaların katılımıyla bahçeye asılmış ampuller, beyaz sandalyeler, ziller, tefler eşliğinde atılan göbeklerle şenlenen ancak sağanak yağmurun azizliğine uğraması sonucu evde sonlanan bir kına gecesi yaşadık. Avucumda hala izi var.

O gecenin sabahı Ebrularda edilen kahvaltı ve kuaför faslı ile düğün gününe bağlandı. Özgenin organize ettiği şaka Umut’un değil Mehmet’in başına patladı ve gerçekten unutulmazdı. Tüm “ekip”e sevgilerimi gönderiyorum. Sözünü ettiğim bu ekip de Ankara organizasyonunu omuzladı. Onlara nasıl teşkkür etsem az!

Attığımız göbecikler yetmedi, geceye Ankara Kalesi’ndeki yemekle devam ettik. İçtik, güzelleştik, Sabah balayı için yola düştük. Balayı fikrini icat edene ayrıca şükranlarımı iletmek istiyorum. İliklerime kadar huzur buldum Kaş’ta. Tüplü dalış deneyimim de Kaş’ta geçirdiğim günler gibi unutulmazlar arasında yer alacak.

Pazar Günü balayı bir anda bitti ve oy verme telaşı başladı. Bu oy verme, siyaset, ülke gündemi hususunda yazmak istediklerimi başka bir blog yazısına saklamak niyetindeyim. Blog yazılarıma verdiğim aradan sonra yazmak istediklerim yazdıklarından kat be kat fazla aslına bakılırsa, yaşamın hızı yazma hızımı alt ediyor yine.

Bir son dakika haberi:“Topuz gelin” görevini başarıyla tamamlayan saçlarımı kestirip yaz saçı uygulamasına geçtim. Artık kısa saçlıyım!

05 Temmuz 2007

İzmir'e gidiyorum!


Bugün İzmir'e gidiyorum. Evlenip dönücem.

01 Temmuz 2007

İnsanın İnsana Ettiği

Ulucanlar... Şehrin orta yerinde bir yerdir. Anneanneye giderken, beni ulusa götüren dolmuşlar önünden geçiverir. Hatta lise dönemlerinde şehrin onlarca semtini güzergahına dehil eden servis aracı nedeniyle her sabah önünden geçilir. Ulucanlar’ın önünde görüş için bekleyen yakınlara, gürültüyle kapanan, şimdilerde maviye boyalı demir kapıya şahitlik edilir.

Mimarlar Odası Ankara Şubesi'nin “Görülmüştür” etkinliğinin son günü olan Cumatesi günü, bu kez Ulucanlar’a demir kapının dışından değil, dikenli tellerin içinden bakma fırsatı bulduk. Bu Sinop Cezaevi’nden sonra gezdiğim ikinci hapisane oldu. Özge’nin anlattıklarıyla adım adım gezdiğim koğuşlar, avlular, volta atılan sokakalar, duvar yazıları, gökyüzünü perdeleyen dikenli teller, ranza demirinden parmaklıklar, tecrit odaları ile iki saati aşan bu hapishaneyi içerden görme etkinliği beni oldukça etkiledi.
Aslına bakılırsa bu gezi boyunca en az etkilenmesi gerekenlerden biri belki de bendim. Zira, orada dışardan bir tanık olarak bulunuyordum. Hapisaneyi ziyarete açıldığı günden bu yana doldurup taşıran; eski mahkumlar, infaz koruma memurları, eski çalışanlar, onların yakınları… Kimi ağlamaktan kızarmış gözlerle, kimi karnı burnunda, kimi kaldığı koğuşu işaret ederek adımladılar, hayatlarına dokunan Ulucanlar Cezaevi’ni. Bense gödüklerimin yanı sıra, diğer ziyaretçilerin kulağıma çalınan cümleleriyle bir kat daha fazla etkilenerek çıktım Ulucanlar’dan. Ve tepeden gözetlenen koğuşlarda, o “şart!”larda kalan onca insanın kokusu çalındı bir an burnuma; içim kalktı bir ara. Duvarlardaki boyaları kavlamış o yerlerde; nasıl olur da yaraları kavlayıp, kanamadan yaşar insan diye sordum kendime. Başım çok ağrıdı! Sanırım aklıma takılan şu cümle en az demri bir kapı kadar ağırdı:
“insanın insana ettiğini; ne insan anlayacak, ne de avludaki ulu kavak!”

İlgili proje için bakınız: Mimarlar odası
Fotograflar için teşekkür: Umut