26 Ocak 2007

Blog yazmak üzerine - Medya okuryazarlığı

“Neden blog yazıyoruz?”sorusuna yanıt arayan çeşitli blog yazılarının ardından Umut’un konuya kazandırdığı sosyolojik- felsefik yaklaşıma alternatif bir yaklaşım da benden olsun istiyorum. Bir dönem dillere pelesenk olan deyişle; mademki eğitim şart, o zaman konuya bir de eğitim açısından bakalım.
İnsan olarak karşımıza çıkan her “yeni”ye direnç gösterdiğimiz bilimsel temellere dayandırılabilir bir gerçek. Böyle durumlarda genellikle iki tür yaklaşım görülüyor “kahrolsun”cular ve “yaşasın”cılar. Sanırım ben bu grubun ikisine de girmiyorum. Umutsuzluktan ve karalamadan uzak; yapıcı, yenilikçi yaklaşımlara ihtiyaç duyduğumuz kanısındayım..

Her ne kadar ülkemizde pek yaygın telaffuz edilmese de “media literacy/medya okuryazarlığı” diye bir kavram var. Basit bir mantık yürütülürse, günümüzde bilgi sadece yazılı kaynaklardan elde edilebilir durumda değil; öyleyse sadece “okuma yazma” bilmek bilgiye ulaşmamızda bize yetmiyor. Bin bir çeşit kaynaktan; farklı farklı yollarla üzerimize boca edilen bilgiyi kazanmada ve kullanmak için yeni ve farklı bir tür vasfa gereksiniyoruz. Medya okuryazarı olmak… Durumu özetleyecek olursak, “kahretsin” ya da “yaşasın” denecek bir durum yok. İlerleme var, biz de peşinden gitmek durumundayız. Kaçışımız yok.

Medya okuryazarı olmak ne demek? Yazılı ya da yazısız her türlü kaynaktan bilgiye ulaşabilmek, onu analiz edebilmek, değerlendirebilmek ve iletebilmek. Bu tanıma “critical thinking/eleştirel yaklaşım”ı da dahil etmek gerekiyor. Yani, kaynağı her ne olursa olsun bilgiyi değerlendirip onu yerinde kullanabilen bireyler olmak, böyle bireyler yetiştirmek. Ne kadar iddialı bir cümle değil mi?

Dünya’da da medya okuryazarlığının tarihi fazlaca geriye gitmiyor. İngiltere, Avustralya, Japonya medya okuryazarlığı müfredatlarının oluşturulduğu ve ilkokul seviyesinden başlanarak eğitim programlarına dahil edildiği ülkelerden bazıları. Ülkemizde de yeni yeni bu konuyla ilgili adımlar atılıyor: örneğin MEB bu konuyla ilgili bir protokol imzaladı.

Kamusal alanda birer “vatandaş” olarak eğittiğimiz, eğitmeye çalıştığımız çocuklar artık bambaşka kamusal alanlarda boy gösterecekler, yaşayacaklar. 70’lerde doğanlarla 2000’lerde doğanlar arasında sadece 30 yıl değil; görüldüğü üzere “yüzler ve binler basamağı” kadar fark var. “….elektronik medya araçlarını, yüz yüze ilişkileri sınırladığı için olumsuzlamak gerekir.” sözüne tamamen karşıt bir görüşle, yeni nesillerle yepyeni ve sağlam ilişkiler kurabilmek; elektronik medya araçlarını olumlu yönde kullanabilmek için; yapıcı görüşler ve uygulamalar ileri sürmek gerekir diyorum. Bu yolda medya okuryazarlığı uygulamalarının önem taşıdığı kanısındayım. Bu kritik önem taşıyan meselenin geleceği ve uygulanması konusunda yazılacak ve söylenecek çok şey var. Bloguma bu konuyu taşımaktan memnun, yüzümde bir tebessümle satılarıma son veriyorum. Sabırla okuyanlara da teşekkürlerimi sunuyorum!

25 Ocak 2007

"Yapabileceğimiz tek şey var: YAŞAMAK!"

İdefixe’in düzenlediği sanal kitap fuarında, alıntıların hangi kitaptan olduğunu bilen insanüstü okuyucular en sevdikleri kitap sorulduğunda; Albert Camus’un (bir türlü telaffuz edemiyorum bu soyadını) Yabancı adlı romanını sıklıkla yinelemişler. Adını çok iyi bildiğim, kendini bilmediğim kitaplar arasında yer alan eseri, çalıştığım kurumun kütüphanesinde buldum. Kırmızı bir cilt üzerine, yaldızlı bir başlıkla okudum.

“…canım bir kumsalda olmayı ve denize doğru inmeyi çekiveriyordu. Tabanlarımın altında ilk dalgaların şıpırtısını, vücudun suya girişini ve orda bulduğum kurtuluşu düşlemekle ansızın zindanımın duvarlarının birbirine ne kadar yakın olduğunu anlayıveriyordum. Ama bu birkaç ay sürdü. Sonradan, sadece tutuklu düşüncelerin sahip oldum Avluda yaptığım günlük gezintiyi veya avukatımın beni görmeye gelmesini bekliyordum. Geri kalan zamanımı da pek güzel düzenlemiştim. Sonradan sık sık düşünmüşümdür ki; eğer beni kurumuş bir ağacın gövdesi içinde, başımın üzerinde çiçek açan gökyüzünü seyretmekten öte hiçbir uğraşım olmaksızın yaşamaya zorlaşalarmış, ona da yavaş yavaş alışacakmışım. Kuşların geçmesini veya bulutların kavuşmasını bekleyecekmişim… Bu da zaten annemin bir düşüncesiydi ve sık sık da yinelerdi, sonunda her şeye alışılırmış.

“Yabancı” zihnimde netleşmeye vakit kalmadan; yaşadığım ve özlediğim bir duyguyu uyandırarak bitti. Gökyüzü turunculara, pembelere grilere bulanmıştı. Güneş tuzlu ve sakin sulara kendini bırakırken, içimizi ferahlatan bir meltem sarmıştı ortalığı. Tenim tuzluydu, tatlı bir yorgunluk ve huzur duyuyordum içimde bir yerlerde.

22 Ocak 2007

Hepsinin canı sağolsun!

Tekrarı yaşanmayacak zamanlar bunlar. Yaşadığımız her an gibi. Böyle düşünerek; neşenin, mutluluğun, umudun eteklerinden tutarak yaşamaya çabalıyorum. Çabalıyorum da ne oluyor? İşleri bir kat daha zorlaştırmaya hevesli bir ordu ile yaşıyorum, sağolsunlar! Bir bilgisayar oyununda yaşıyorum da sanki; her “level” da işler biraz daha zorlaşıyor. Mümkünse bu “level”da BONUS istiyorum.


Blogu yazarken çalan şarkı: Candan Erçetin-Canı sağolsun, merdivenli sketch-Google sketch-Up

14 Ocak 2007

Elmalı-havuçlu pazar sendromu keki

Günlerden Pazar. Final haftasının son pazarı. Ders çalışmama sendromum nüksetti. Hiç şaşırmıyorum. Bu hafta 2 kitap bitirdim. 3 film izledim. Alışveriş yaptım. Yetmedi. Final ödevlerinin 2 si bitti. Geriye kaldı biri. Pazar pazar üzerime çöreklenen uyku perisinin esiri olmamaya uğraşırken, Anıl’ın bloguna takıldım. Kekli blog yazsına güldüm önce. Sonra ben de havuçlu kek yapmaya koyuldum. Ev ahalisi uyuyordu. Bir tek bulaşık makinesinin uğultusu vardı. İklim serinceydi. Ortam müsaitti.

Önce başka bloglar gezilip bu havuçlu keke neler koymuşlar diye bir bakıldı. Kek tarifi dediğiniz şey 3 aşağı 5 yukarı aynıdır. 5 yumurtalı tarif masraflı bulundu. 3 yumurtalı kolaj bir tarif uygulandı. Tarif kolaj oldu çünkü; dolapta kendini kaybetmiş 2 havuç ve kendini kaybetmemiş 1 adet ekşi elma vardı!

Evet, yemek yapmak biraz yetenek işi doğrudur. Ama ben bu işte damak tadının ve genetiğin rol oynadığı kanısındayım. Bir de alışkanlık etkeni var ki onu kazanmaya daha çoook var. Bir de efendim yemek yapmak zorunda olma duygusunun yemekler üzerinde olumsuz etkileri olduğu kanısındayım. Çünkü zorla güzellik olmaz!



Bir de tabi “alet işler el övünür” kısmı var işin. Örneğin, sanıyorum ortaokul yıllarıma dayanan kek ve pandispanya başarısızlıklarım vardı benim. “Vardı” diyorum, zira mini fırının evimize teşrifi ile bu başarısızlıklar sona erdi. Ya da mayonez. Mikserimizden duman çıkmasıyla sonlanan bir girişimden sonra evde senelerce mayonez yapılamazdı. Ne zaman ki el blendırı geldi. Mayonez geri döndü. “kesilen mayonez nasıl yeniden tutturulur?” sorusunun cevabını da biliyorum ama onu bir başka yemek blogumda anlatayım dilerseniz sevgili izleyenler. Kalın sağlıcakla!

Elmalı-havuçlu Pazar sendromu keki:


İçindekiler(index ya da dizin de diyeblirsiniz)

-3 yumurta
-1,5 su bardağı şeker
-1 su bardağı süt
-Yarım su bardağından biraz fazla sıvı yağ
-2,5-3 su bardağı un
-1 paket kabartma tozu
-1 paket vanilya
-1 tutam tarçın (çok olunca diğer tadları bastırıyo)
-1 subardağı havuç ve ekşi elma rendesi
-1 çay bardağı iri kıyım ceviz içi
-1 tutam(evde o kadar vardı) kuru üzüm

Yapılışı: yumurta şeker ile köpüüüük köpüüüüük çırpılır. Köpüğü inmeden şeker tabağın dibinde çıtırdamayıncaya kadar çırpılır. İçine yağ ve süt katıılr. Dikkat edin sıçrıyo. Fazla karıştırılmaz. Köpük kaçmadan içine un ve kabartma tozu elekten elenerek dökülür. Unun tamamı eklenmez. Sonraaaaa diğer malzemeler de katılır. Üzümler dibe çökmesinler diye yıkanıp unlanmıştır. (Bunu da bilin canım artık!) Kıvama ve duruma göre geri kalan un da eklenir. İyiceeeee karıştırılıp, yağlanıp unlanmış kek kalıbına dökülür.(bu kısım önemli çünkü mis gibi keke kalıpta mahsur da kalabiliyor. Daha önce olmadı değil!) Önceden ısıtılmış fırında 180* derecede 50 dakika (voltaj düşükse 1 saat) pişirilir. Fırının kapağı asla açılmaz. Elde el feneriyle durum defalarca kontrol eldir. Gerekirse saat kurulur, başında beklenir. Bir kek meydana böyle gelir. Afiyet olsun!

NOT: Yaparken söylenecek şarkı: Nil Karaibrahimgil’den “sana kek yaptım.”

11 Ocak 2007

Fıstık Yeşili


Yakınlarım yakınen biliyorlar fıstık yeşiline takılmış durumdayım. Fıstık yeşili mutfak eşyaları alıyorum durmaksızın. Bu aralar ne beğensem kelimenin tam anlamıyla "fıstık gibi" oluyor dolayısıyla.

Malum mevsim kış, ortam gri. Geçen hafta sokağın köşesinde uzun zamandır varlığını koruyan ancak şeklini yitirmiş çöp varilinin yerinde bu fıstık yeşili varilleri görünce bir sevindim bir sevindim. Çocuklar gibi şendim. Belediye bile fıstık yeşilini sevidiğimi öğrenmiş. Bana jest yapmaya karar vermiş. Ben de olayı görüntüleyip blogumda yayınlamaya karar verdim.

07 Ocak 2007

Blog Yazmak Üzerine


“Bu blogu neden yazıyorum?” sorusunu ben de defalarca tartıştım kendimle. Hatta blogda bununla ilgili satırlara da yer verdim. Tartışmalar hala sürerken, Umut’un Radikal İki’den yaptığı alıntı ile yazdıkları derdimi depreştirdi. İki lafın belini kırıyorum: Buyurun:

A4 boyutunda kâğıt müsvettelerine durmaksızın yazıp dolap köşelerine atma hastalığımın iyileşmesine vesile oldu bu blog işi. Türkçe derslerinden kulağımızda yankılanan: “Yazın çeşitleri şunlardır: hikaye, masal, anı, makale, ……..” cümlesine, gelişen teknolojiyle yeni bir madde daha eklendi bana kalırsa. O da blog “web günlüğü”. Yani ilkokul Türkçe defterlerimize: "Blog: anı, makale ve eleştiri türü yazıların bir karışımı olan resimli/resimsiz web günlüğü" diye yazabiliriz artık.

Öte yandan “...sadece kendimizi gözetlemekle kalmıyor, başkalarının da bizi gözetlemesini istiyoruz." diyen Fulya Hanım haklı. İstiyoruz! Bu bizim ruhumuzda var. Kimimizde eser miktarda, kimimizde aşırı dozda ama var. Buna gözetlemek/gözetlenmek demenin uygunluğu tartışılır ancak bana kalırsa hepsi bir kendini anlatma, kendini anlamaya çalışma çabasının bir ürünü. “Kendini anlatmak”, hem kendi kendine, hem başkalarına, yazı yazmayı böylesine vazgeçilmez kılan sebeplerden birisi. Hatta sanatın var oluş sebeplerinden de birisi. Belki de en kallavisi. “Dünyayı değiştirmek için” yazan da çokça kendisi için yazıyor bana kalırsa. Evet, yazdıklarımızı değiştiriyoruz. Oynuyoruz onların üzerinde. Biraz bizden biraz hayallerden katıyoruz. “Süje”nin kendisinden bağımsız bir yazın düşünebilen var mı aranızda?

Fulya Hanım’ın yazısında hissettiğim o yeninin karşısında duvar gibi dimdik, sımsıkı kaskatı durma hali beni rahatsız etti aslına bakılırsa. Milyonları şimdiden kendine bağlamış bir iletişim aracını sert bir dille sorgulamaktan daha yapıcı bir tutuma ihtiyacımız var gibi duruyor. Örneğin blog/weblog yerine kullanacağımız (web günlüğü de olabilir yeni bir başka sözcük de) Türkçe bir sözcüğü yaygınlaştırmakla işe başlayabiliriz. Ben bu blog/web günlüğü işini çocuklara öğretmeye başladım bile.

“Buna benzer bir gösteri mekanizması orta sınıfın hayatına bu kadar hâkim olmuş muydu?” sorusu daha başka bir türlü rahatsız etti beni. Eğer bir “gösteri mekanizması” olarak kabul edilecekse, evet olmuştu: Fotoğraf. Fotoğraf makinesinin “orta sınıf”ın eline geçmesiyle; mektup zarflarının içi, salonlarda yer alan büfelerin/vitrinlerin başköşeleri ve her misafire özenle açılıp gösterilen albüm sayfaları da bana kalırsa benzer bir kendini gösterme merakının ürünüydü.

Ben de tıpkı Umut gibi olumlu tarafından bakıyorum bu işe. O Oğuz Atay örneğini vermiş. Benim Ayşe Arman örneğini çağrıştırdı bu bana. Kendi gazetemin köşesinde yazıyorum. Yarın da röportaj yayınlayacağım. Canıma değsin!

Şaka bir yana, sanal ortamda yer alan bu paylaşım ortamının, işin gücün zamanımızın çoğunu istila ettiği bu ortamda, bizleri zamandan ve mekândan bağımsız olarak birbirimize yakınlaştırdığı kanısındayım. Bu konuyu elimizde çay bardaklarıyla karşılıklı tartışmayı ben de çok isterdim elbette ancak bu pek sık mümkün olmuyor.

Siber kimliğimiz gerçek kimliğimizin bir parçası mı? Evet! Zaman zaman Google’ın bizim kopyalarımızı üreteceğine yönelik bilim-kurgusal bir endişe duysam da, internette tuttuğum günlük beni mutlu ediyor. Kenara köşeye attığım yazılarımı zorla ve yüksek sesle okuduğum yakınlarım da mutlu bu işten. “Bu cümlede anlatım bozukluğu var mıdır?” sorusunu kendi kendime yöneltip yazdıklarımı şekillendirmekten, resimlemekten keyif alıyorum. “Bizi gözetleyen başkaları” var gözüyle bakmıyorum bu işe. Tıpkı kitap okumak gibi; okur kitabı okuyabilir de, vazgeçebilir de. Yazarın yazmaktan vazgeçebileceği gibi!

04 Ocak 2007

Omuz: bursit, tendinit

Her şey omzumdaki ağrının gece ağrılarımı çalması ile başladı. Bir gece iki gece derken kendimi doktorun kapısının önünde buldum. Yazık doktor da anlamadı. Nası incittin diye sordu durdu. Valla bişey yapmadım ben dediysem de inanmadı. 3 hafta boyunca süren doktora gitmeler- gelmeler, ilaçlar-röntgenler ve MR çektirme maceraları sonucu artık bursit ve tendinitten muzdarip bir omzum olduğunu biliyorum. Ve bu rahatsızlığın bilgisayar kullnamaktan kaynaklandığını da biliyorum. Haydaaa! Şimdi kolu mu bırakıcaz, işi mi?

Tatil oldu! Dinlendireyim omzu dedim. Önlenemez olma sarma eylemi dinlenmeme engel oldu. Sırf o da değil ya neyse…

Dönemin sonu geldi yine. Bir bıkkınlıktır alıp yürüdü. Omzum bıkkın, ben ondan bıkkın. Amaaaan!