07 Ocak 2007

Blog Yazmak Üzerine


“Bu blogu neden yazıyorum?” sorusunu ben de defalarca tartıştım kendimle. Hatta blogda bununla ilgili satırlara da yer verdim. Tartışmalar hala sürerken, Umut’un Radikal İki’den yaptığı alıntı ile yazdıkları derdimi depreştirdi. İki lafın belini kırıyorum: Buyurun:

A4 boyutunda kâğıt müsvettelerine durmaksızın yazıp dolap köşelerine atma hastalığımın iyileşmesine vesile oldu bu blog işi. Türkçe derslerinden kulağımızda yankılanan: “Yazın çeşitleri şunlardır: hikaye, masal, anı, makale, ……..” cümlesine, gelişen teknolojiyle yeni bir madde daha eklendi bana kalırsa. O da blog “web günlüğü”. Yani ilkokul Türkçe defterlerimize: "Blog: anı, makale ve eleştiri türü yazıların bir karışımı olan resimli/resimsiz web günlüğü" diye yazabiliriz artık.

Öte yandan “...sadece kendimizi gözetlemekle kalmıyor, başkalarının da bizi gözetlemesini istiyoruz." diyen Fulya Hanım haklı. İstiyoruz! Bu bizim ruhumuzda var. Kimimizde eser miktarda, kimimizde aşırı dozda ama var. Buna gözetlemek/gözetlenmek demenin uygunluğu tartışılır ancak bana kalırsa hepsi bir kendini anlatma, kendini anlamaya çalışma çabasının bir ürünü. “Kendini anlatmak”, hem kendi kendine, hem başkalarına, yazı yazmayı böylesine vazgeçilmez kılan sebeplerden birisi. Hatta sanatın var oluş sebeplerinden de birisi. Belki de en kallavisi. “Dünyayı değiştirmek için” yazan da çokça kendisi için yazıyor bana kalırsa. Evet, yazdıklarımızı değiştiriyoruz. Oynuyoruz onların üzerinde. Biraz bizden biraz hayallerden katıyoruz. “Süje”nin kendisinden bağımsız bir yazın düşünebilen var mı aranızda?

Fulya Hanım’ın yazısında hissettiğim o yeninin karşısında duvar gibi dimdik, sımsıkı kaskatı durma hali beni rahatsız etti aslına bakılırsa. Milyonları şimdiden kendine bağlamış bir iletişim aracını sert bir dille sorgulamaktan daha yapıcı bir tutuma ihtiyacımız var gibi duruyor. Örneğin blog/weblog yerine kullanacağımız (web günlüğü de olabilir yeni bir başka sözcük de) Türkçe bir sözcüğü yaygınlaştırmakla işe başlayabiliriz. Ben bu blog/web günlüğü işini çocuklara öğretmeye başladım bile.

“Buna benzer bir gösteri mekanizması orta sınıfın hayatına bu kadar hâkim olmuş muydu?” sorusu daha başka bir türlü rahatsız etti beni. Eğer bir “gösteri mekanizması” olarak kabul edilecekse, evet olmuştu: Fotoğraf. Fotoğraf makinesinin “orta sınıf”ın eline geçmesiyle; mektup zarflarının içi, salonlarda yer alan büfelerin/vitrinlerin başköşeleri ve her misafire özenle açılıp gösterilen albüm sayfaları da bana kalırsa benzer bir kendini gösterme merakının ürünüydü.

Ben de tıpkı Umut gibi olumlu tarafından bakıyorum bu işe. O Oğuz Atay örneğini vermiş. Benim Ayşe Arman örneğini çağrıştırdı bu bana. Kendi gazetemin köşesinde yazıyorum. Yarın da röportaj yayınlayacağım. Canıma değsin!

Şaka bir yana, sanal ortamda yer alan bu paylaşım ortamının, işin gücün zamanımızın çoğunu istila ettiği bu ortamda, bizleri zamandan ve mekândan bağımsız olarak birbirimize yakınlaştırdığı kanısındayım. Bu konuyu elimizde çay bardaklarıyla karşılıklı tartışmayı ben de çok isterdim elbette ancak bu pek sık mümkün olmuyor.

Siber kimliğimiz gerçek kimliğimizin bir parçası mı? Evet! Zaman zaman Google’ın bizim kopyalarımızı üreteceğine yönelik bilim-kurgusal bir endişe duysam da, internette tuttuğum günlük beni mutlu ediyor. Kenara köşeye attığım yazılarımı zorla ve yüksek sesle okuduğum yakınlarım da mutlu bu işten. “Bu cümlede anlatım bozukluğu var mıdır?” sorusunu kendi kendime yöneltip yazdıklarımı şekillendirmekten, resimlemekten keyif alıyorum. “Bizi gözetleyen başkaları” var gözüyle bakmıyorum bu işe. Tıpkı kitap okumak gibi; okur kitabı okuyabilir de, vazgeçebilir de. Yazarın yazmaktan vazgeçebileceği gibi!

Hiç yorum yok: