25 Şubat 2008

Öğretmen Arkadaşlar

Akşamları eve gelip, ne zaman ayağımın sızısını şöyle koltuğuma dayasam ve elime kumandayı alıp, “iki Tv seyredeyim kafayı dağıtayım” desem, aynı şey başıma geliyor. Üzüntüm, sinirim, stresim katmerleniyor. Şehit cenazelerinin görüntüleri… Zaten iş yerinde dönüp dönüp bu konuya gelmekteyiz. Neyse… ard arda “dizi dizi inciyiz,can sıkmada birinciyiz” nidaları atarak sıralanan haberlerden birisi, beni bu koltuğun başına bu blog yazısını yazmak üzre sürükledi işte. TV’yi kapattım, bilgisayarımın başına geldim.

Bir dönem İlkyar ile yaptığımız etkinlikler sırasında öğrencilere meslek seçiminin öneminden, kendilerini tanımaları ve kendilerine uygun mesleği seçmeleri gerektiğinden söz ediyorduk. Meslekleri tanıtan dersler veriyorduk. Öğretmen-hemşire-doktor-polis dışında hiçbir meslek grubundan haberdar olmayan çocukların ufkunu genişletmekti amaç. Ancak gelin görün ki kendim de inanmıyordum zaman zaman bu ülkede insan kendi mesleğini seçmesinin, sevdiği mesleği icra etmesinin mümkün olduğuna.

Aranızda mesleğini tercih ederken “bilinçli” adımlar atabilmiş, aileden bilinçli, doğuştan bilinçli, şansından bilinçli kimseler varsa onları tenzih ederim efendim ama, benim için meslek tercihi bilinçaltı/hükümetler üstü bir olaydır! Şöyle ki; 2008 yılında bir milli eğitim bakanı çıkar ve der ki; “Alınan kararlar öğrencilerimizi olumsuz etkilememesi için kademeli olarak uygulanacaktır”. Ama eskiden böyle bakanlar olmadığından, onlar aldıkları kararı o yıl uyguladılar. O sene sınavı teke düşürdüler, adını değiştirdiler. Ettiler edemediler, sınav sorularını çaldırdılar. Bizi direk Eğitim Fakültesine gönderdiler. Bizde mürekkep yalamanın sevdasında yanıp tutuştuğumuzdan olacak, bulduğumuz ilk mürekkebi yaladık gitti! Okuduk okul bitti. Ama dert bitti mi? Bitmez.

Ne yalan söyleyeyim okul biteli 3 yıl oldu, hala üniversite tercihim sırasında mıncık mıncık oynanan eğitim sitemi nedeniyle yediğim bu kazığı hatırlamakta ve sindirmekte zorlanmaktayım. Üstelik de ülkenin en iyi üniversitelerinden birinde okumuş olmama rağmen, hatta belki de sırf bu yüzden!

Gelelim filmin ikinci perdesine. Eğitim fakültesi mezunlarının durumuna değinelim. Az önce ekranda tayin olduğunu öğrenen genç öğretmen adayı hüngür hüngür ağlamaktaydı sevinçten. Zira 2 yıldır öğretmen olmayı beklemekteydi. Olamamaktaydı. Olamaz efendim. KPSS denen o sınava girecek, mega süper, harika puanlar alacak ki rakiplerini geride bıraksın. Yok efendim o da yetmeyecek KPSS dershanesine gidecek. Gecesini gündüzüne katacak. Hatta o bile yetmeyecek, üst düzey bir yerlerden torpil bulunacak. İşte o vakit gidecek de mesleğini icra edecek. Ölme eşeğim ölme! Ki bu eziyeti çekenler eşek değil, bu ülkenin gençleri üstelik! Üstelik gittikleri yerde sorun bitmeyecek. Katmerlene katmerlene kırk kat baklava misali olacak, dadından yinmeyecek!

Bu ülkede 69 tane Eğitim fakültesi var1. Bence yetmez. Bizim evin önüne de açalım. Hatta o kadar çok açalım ki, herkes Eğitim Fakültesi’nden mezun olsun, eve gelen "sıhhi tesisatçı" dahil herkes pedagojiden, sınıf yönetiminden, rehberlik ve danışmanlıktan bir miktar anlasın. Gerekli efendim gerekli bunlar. Hatta branşına göre benim gibi bilgisayardan, fenden, fizikten, kimyadan hatta spordan, resimden, müzikten anlasın. Artsın, kültürümüz artsın. Ama bu işi bilenler asla gerçek kadrolarında çalışamasınlar. Hatta eğitim fakültesi mezunlarına diğer devlet kadrolarına alımlarda “salak” muamelesi yapılsın. Özel sektördeki durumlar başka bir yazının konusu olarak kalsın. Bir ipte bunca cambaz oynasııın! Oynasın!

Aklımı başıma toplayıp sinirlerime hakim olmak; “iktidar sahipleri”nin bez parçasına dolanan paçalarını kesmek, onların "şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhid etmleri"ni önlemek; yeni atanan öğretmenlerin sınıflarındaki en “tembel” öğrencileri sırasıyla her hafta bir olacak şekilde YÖK başkanı yapmak; başımızdan üstünden uçup giden değerleri tutmak için başka adımlar atmak gerektiğini hatırlatmak; yetiştirilemeyen öğretmenler yüzünden yeni nesil için çalan tehlike çanlarını susturmak istiyorum! Hatta bazen Roma’yı yakmak istiyorum.Derkeeeeen, yazımını bitiriveriyorum buracıkta.Daha elimde bitirilecek bir Eğitim Bilimleri- tezi var zira…. Öğretmen arkadaşlarıma selamlarımla!

1 Erden, M (2007) Öğretmen Eğitiminde Bilgi Toplumuna Uyum Sağlama Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi ve Azerbaycan Devlet Pedagoji Üniversitesi Uluslararası Öğretmen Yetiştirme Politikaları ve Sorunları Sempozyumu

24 Şubat 2008

GÜZ KUMPANYASI'NDAN ALBÜM

Bugün sizlere bir albüm haberi ile seslenmek istiyorum değerli okurlar. “Güz Kumpanyası “ ilk albümünü Kalan müzik etiketiyle çıkardı.

Doğrusu Emrah elinde albümle ve çıkıp gelinceye dek albümden haberim olmamıştı. Dinledim ve mest oldum. Albüm pek bir lezzetli olmuş. Herkesin ellerine sağlık!

ODTÜ Türk Halk Bilimi Topluluğu’nda, topluluk barakasında yapılan çalışmalar meyvesini verdi işte. Aslında topluluk üyeleri, ulusal-uluslararası festivallere katılıyorlardı, ODTÜ’de konserler veriyorlardı. Kalan Müzik’ten çıkan albüm ile daha geniş bir kitleye seslenme fırsatı yakalayacaklar şimdi. Berrin'in tereyağ diye adlandırdığım pürüzsüz ve İlay'ın bana her daim Burdur Türkülerini çağrıştıran ince sesini, müzikten anlayan başka kulaklar da duyma fırsatı bulacaklar.

THBT’deki ve İLKYAR’daki çalışmalarımız sırasında zaman zaman aynı sahneyi paylaştığım (tam televizyondaki şarkıcıların laflarına benzedi!) arkadaşlarıma başarılar diliyorum!

16 Şubat 2008

Yemek blogu olmak istiyom


Yaşamda arada bir nefes almak, araya bir virgül atmak, dostlarla açıktan mektuplaşmak gailesiyle başladığım blogumu, artık değiştirmek istiyorum. Akademik konulara eğileceğim bir blog hazırlayayım dedim, olmadı. "Blog yazacağına tez yaz Didem, hem de tez yaz Didem!"Ee ben de düşündüm taşındım bir yemek blogu olmaya karar verdim. Aslında bana bıraksan gezi blogu olucam da. E artık o da büyüyünce... Karta kaçar mıyız? Kaçarız olsun.

Neyse... Bugünkü yemeğimizin adı ise şöyle: "Kocanın kolesterolünü düşüren karnıyarık!". "Çıtır" tabir ettiğim sevgili eşimin kolesterolünün üst lmitlerin de üstünde çıkması vesilesi ile içinde kırmızı et barındırmayan, bizat Ege'den kopup gelen zeytinyağı ile harmanlanmış, buharda pişirilmiş patlıcan ile imal edilmiş bir karnıyarık yaptım bugün. İçindekilerin miktarını sormayınız. Her şey göz kararı! Bi de bu kolesterol olayı kararını bulsa, pek mutlu olucam vallahi!
imza: Desperate blogger!

14 Şubat 2008

Güne böyle başladım!


Güne bu yazıyla başladım. Kalbim güm güm attı. Filmlerde patlayıcıların patlamasın saniyeler kalınca yanıp sönen eküçük ledler vardır ya; bu yazı işte tam öyle yanıp sönüyordu ekranda. 14 şubat 2008 gününün anlam ve önemini belirten durum benim için budur efendim.
Not: Tabi bunda gündemin bu noktada tutmaya çabalayan sevgili eşimin de payı var. E insan gündemi bir sürprizle dağıtır de mi? Yok! Neyse...
Son söz: bir insanı sevme ve akademik dünyalara girme deliliğini gösteren herkesin günü kutlu olsun! Ne mutlu bize...

09 Şubat 2008

Gündemin başını bağlamak!


Başörtüsünü çenesinin altından bağlayan bir anneannenin torunuyum. Onun kendi elleriyle hazırladığı namaz başörtüleri ve yemeniler ile dolu çekmeceler var evimde. “Durmuş Usta ile karısı Hacı’dan gelmiş, hadi al başörtünü de mevlüde gidelim!” dediğinde, onun basamaklara dikkatle basışını gözleyerek yola koyulurduk, başımızı örter kur’an dinler eve dönerdik. Annem başını hiç örtmedi. Bahçeyi süpürürken başına bağladığı yemenisi hariç. Onun dışında hiç tanımadığım öz babaaanem de örtermiş başını. Babaannem diye biliğim ikinci babaannem de örterdi. Dedem rahmetli hacıydı. Bizim evde başötürtünün kenarından çıkan saçlar, lafı edilmeyecek kadar önemsiz ayrıntılardı.


Gelin görün ki, son günlerde alevlenen, alevlendirilen, bu başörtüsü/türban (adına ne derseniz artık) konusu yani geride bıraktığımız on yılda iyice gürbüzleşen bu polemik nedeniyle başörtüsünden nefret etme derecesine geldim. Kendimi dizginlemeye çalışıyorum. Çocukluğumuzdaki bu huzurlu zamanları hatırlamaya çalışıyorum. Biz ilkokuldayken kimse”Benim annem başörtülü, ya senin ki?” diye sormazdı. Şimdi bakıyorum da çocuklarda bu pompalanan gündemin nimetlerinden nasibini almış durumda. “Onlar bizden değil yavrum!” cümlesini zihinlere kazır şekilde yetiştiriyorlar anneler çocuklarını. Ve işte bu nedenle gelecekte bir gün işler öyle bir noktaya gelecek ki; bugün “uzlaşma” dedikleri şeyi sağlayabildiğini sananlar; çocuklarının, torunlarının birbirlerini yemesini, ezip geçmesini, hiçe saymasını, düşmanlaşmasını izlerken, başörtülerinin kenarlarıyla silecekler göz yaşlarını. Üstelik biz bu filmi daha önce de görmüştük!


Yükseköğretimde eğitim hakkı, eşitlik sözleriyle harmanlanarak gelip gündeme oturan bu konu, özellikle eğitim sistemi üzerine oynanması nedeniyle daha da tehlikeli bana kalırsa. Gözlerini kapatanlar şöyle bir baksınlar, sözümona haklarını savundukları genç kızların, çocukların durumlarına. Önce başka konuların başını bağlasınlar. Nasıl mı?


Mesela, ülkemin Başkenti’ne çok da uzak olmayan bir YİBO’ya (bilmeyenler için Yatılı İlköğretim Bölge Okulu) gitsinler. Çocukların okul bahçesinde haremlik-selamlık sıra oluşuna şahitlik etsinler. Daha 10 yaşındayken “Ben kızlarla oynamam!” diyen bu çocukların yaşadıkları bu ortamdam çıkıp “sağlıklı” birer birey olarak topluma kazandırıldığını hayal etsinler. Tabi eğer hayal güçleri buna yeterse...


Oradan çıkıp “Ben okumak istiyorum. Ama babamın parası yetmiyor!” diyen yetenekli, başarılı kız çocuklarının; tarikatlarca, “abla” ve “abi”lerce; pardüseler, başörtüler ve tabi karşılığında burslar armağan edilerek “topluma kazandırılışını” bir görsünler. Tabi eğer canları bunları görmek isterse...


“Türban gündemi” dediğiniz, gerçeklerin başını örten ve toplumu ortadan ikiye bölmeye yönelik olarak bilinçli olarak hazırlanmış bir zehirli bir kap yemek gibi. Yemek isteyenler buyursun yesinler. Bu konu en az başötürtünün kenarından çıkan saçlar kadar, lafı edilmeyecek, önemsiz . Zihinimizi bulandırmayın!


Yasalarda, yönetmeliklerde değişiklikler yaparak genlerin eğitim hayatını mıncık mıncık eden sevgili büyüklerime Cenab-ı Allah’tan akıl fikir niyaz ederim. Bu akşam kendilerinin hayrı de için iki satır kur’an okuyacağım. Başım açık olarak!

03 Şubat 2008

Akademik Bilişim 2008

Geçen perşembe (31 ocak) AkademikBilişim 2008 vesilesi ile Hatice ile birlikte Çanakkale'deydik. Çanakkale, buzları erimeyen bir şehirden gelen beni, özentiden deliye döndürmek için olsa gerek, günlük güneşlikti. Pek güzeldi pek. Şehitlikleri, truvayı gezmek mümkün olmadı ama, dönüş yolunda uçaktan Çanakkale Boğazı'nı kuşbakışı gözlemek mümkün oldu. (Bir de buzlu karlı yollarda yapılan bir gece yolculyğu var ki sormayın gtsin. Okan ve Fatih'le aynı otobüste gittik o yolu.) Daha doğrusu İstanbul aktarmalı uçuş nedeniyle, "Asya ile Avrupa'yı birbirinden ayıran" Marmara Denizi'ni adaları ve bütün boğazları tepeden görmek... Çanakkale'ye uçan tek havayolunun Atlasjet olması, "acaba bu son uçağa binişmiz olur mu?" korkusunu yaşattıysa da; bir dizi aktarmadan sonra, sağ salim eve döndük. Ayrıca, neredeyse bizim evin salonu kadar salonu bulunan ve ancak görenlerin tahayyül edebileceği kadar "küçük" havaalanı, "Burası Çanakkale, bi yerden bi yere 5 dakkada gidersiniz!" cümlesini açıklamaya yetip de artıyordu bile... Çanakkale'de balık yenirmiş efendim. Yedik, öğrendik. Ha bir de peynir helvası. Höşmerim değil.
Bu kadar gördük, gezdik, yedik içtik haberinden sonra bir de konferanstan söz edelim. Böyle bir organizasyonun olması güzel. Her yıl farklı bir ünversitede gerçekleşen organizasyon bilgi paylaşımı için hoş bir ortam. Ancak gelin görün ki; insanları bir araya toplamak "iletişebilmek" için yine de yeterli olamayabiliyor. Allahaşkına artık sunum tekniklerini öğrenmeyeni üniversiteden mezun etmesinler! Yahu bir tane görseli olmayan sunumlar. 8 punto sayfa dolusu yazılar. Daha giriş kısmını anlatırken sürenin dolmasına hayretler içinde bakan konuşmacılar. Sonuç! İzleyici olarak "la havle" çekiyorsunuz. Elden ne gelir! İşin üzücü yanı. Bu insanlar bişeyler üretiyorlar, akademik çalışmalara imza atıyorlar. Sonra gün geliyor üniveristelerde hoca oluyorlar. O zaman, ders anlatırken de bu sunumlara benzer bir manzara ortaya çıkıyorsa, işte o vakit yandık.