29 Kasım 2006

Kasım'ı bitiren şiir

Her Kasım,

Patlayıvermese hüzün üzerimize.

Bahçedeki çiçekler artsa; yetse

Ve her Kasım,

İnadına; mızıkçılık yapacasına,

Hayat üzerimize üzerimize gelmese.

Tenimiz yadırgıyor soğuğu, malum!

Bilirsiniz:

Biz bazen de bilerek unutuyoruz,

En başından beri bildiklerimizi.

Bir de üzerine şu Kasım

Tuz biber ekmese!


Sanılmasın niyetim var

Kahkahalardan elimi ayağımı çekmeye.

Biraz bahar yorgunluğu biriktirdim.

Biraz sıkıntı, ve biraz da telaş

Bir Aralık verse şu Kasım

Niyetim var umutları serpiştirmeye.

D.A(30 Kasım 2006)


27 Kasım 2006

Öğretmenlerime selam...

Öğretmenler Günü'nde yazmadım. Niye? Fasulyedenim ben fasulyeden. Ya içindesindir çemberin ya da dışındaaaaa yer alacaksııın! Yok efendim ben tam üstündeyim. Ne içine düşebiliyorum; ne dışına. Bi yerde bi yanlışlık oldu olmasına da nerde? Gidip hiç görmemeliydim o YİBO'larda geceleri nöbet tutan öğretmenleri. Ya da hiç haberdar olmamalıydım çocukları kurtarıp kendi yanan meslektaşlarımdan. Durduğum yerden onlara meslektaş deyince bir haksızlık yapıyormuşum gibi oluyor. Eveeet çocuklar "geri al" a basın ve bu bahsi artık kapatalım.

Bugün ülkenin iyi üniversitelerinden mezun olmuş insanlara bir bakın. Doktorlara, mühendislere bir sorun. Çoğunun anne ve/veya babalarının öğretmen olduklarını göreceksiniz. Şaşırmayacaksınız. Giderek eskiyen mesleki değerlerle bugünkü öğretmenlerin çocuklarına ne olacak dersiniz? İdealizmini yitirmiş bir nesil olarak nelere gebeyiz dersiniz?

Sözü fazla uzatmayacağım. Mesleğini hakkını vererek yapan bütün öğretmenlere selam olsun! Ellerinden öpüyorum. Kabanımın düğmelerini tek tek ilikleyen birinci sınıf öğretmenime ve ilk dolma kalemimi hediye eden Türkçe öğretmenime ve yaşamımdaki ilk türküyü (oy bahçenize-Giresun) bana öğreten sınıf öğretmenime ve ..... Hepsine selam olsun!

20 Kasım 2006

MARINE THEORY

Geçtiğimiz henüz üniversitenin koruyucu kollarında yaşamını sürdüren bir arkadaşımla konuşurken su yüzüne çıktı teori. Marine theory!

Gençlik, deli-kanlılık; üzerinde ter damlarlıyla sıkılmış bir pazı gibi, genç, sıcak, güçlü ve sert. Bir bisikleti korkusuzca yokuş aşağı sürercesine hızlı, ve tehlikeli, ve bi o kadar da zevkli. Durduğum bu yerden korkarak, gözlerini kaçıran bakışlarla bakmak istemiyorum yaşlılığa. Değil mi ki yaşam, durmaksızın öğrenmek? Değil mi ki kazandığın deneyimlerin bir toplamısın? O vakit:
“Marine olarak yaşlanmak istiyorum!”

Binbir çeşit “marine” yolu var. Her yemek için, her tür için ayrı. Her biri için başka başka baharatlar tavsiye ediliyor. Üstelik her usta da farklı süreler öneriyor. Farklı sıcaklıklar, farklı koşullar. Tek ortak nokta şu ki biraz acıdan katılıyor sosun içerisine biraz tatlıdan. Bu da yetmiyor yeterince beklemek gerekiyor. Diğer bir değişle zaman

Ne olmak istiyorsunuz diyenlere verecek kısa bir cevabım var efendim! Marine olmak istiyorum. Acı sostan elimizde mevcut, tabak desen altın yaldızlısından değilse de idare ediyorum. Baharat deseniz elimle topluyorum onları, hazır ediyorum. Şöyle halis zeytinyağı da olursa değmeyin keyfime. Zamanı geldiğinde damaklarda yumuşacık, ılık, unutulmaz nefasette bir tad bırakmak istiyorum. Kendi damağımda hissettiğim o nefis tadla birlikte. Yaşama dair duruşu bir yemek tarifiyle analoji kurarak açıklamak bana ve benim gibi yaşamı da yemeği de sevenlere özgü bir seçim olsa gerek.

Marine sözcüğü deniz ile ilgili denize ait anlamına gelmektedir. Bu da teorinin güzelliğine güzellik katan bir başka analojidir.

Teoriyi yararlı, gerekli, gereksiz, bilimsellikten uzak bulanlar olacaktır. Ne alakası var? diyen de çıkabilir. Hepsini anlayışla karşılıyorum. Bu da benim teorim. Yorumlarınıza daima açığız efendim!

19 Kasım 2006

Yenice Yolları


Cengiz Özkan "Gelin" albümünde çok sade bir şekilde okumuş türküyü. Başa sarıp sarıp dinliyorum. ne güzel türküdür. Çok mu özledim türkü söylemeyi nedir? hayatımın bi yerinde olmalı bu şarkı-türkü hadisesi. Olmazsa olmuyor. Özlüyorum.
Türküye bu kadar takılınca açtım notalarına baktım. Siz de bakın. Bu kadar az notayla, ve bu adar sade sözlerle böyle bir güzellik. Halk sanatının konuştuğu yer işte. Gerçek ve içten. Söylenecek söz yok üzerine. Ben türküyü söyleyeyim en iyisi!

Yenice yolları bükülür gider
Zülüf ak gerdana dökülür gider
Yiğidin sevdiği güzel olursa
Ömrü arkasından sökülür gider
Kırmızı gül olsan har olamazsın
Azrail olsan can alamazsın
Dünyayı kalbura koysan elesen
Sen de benim gibi yar bulamazsın

16 Kasım 2006

Hayati bir mesele-EĞİTİM

Aslında bu yazıyı Radikal Genç'e yollamıştım. Sıklıkla değişen sıcak ülke gündeminde, gazete sayfalarında yayınlanmaya değer bir yer bulamadı kendine. Blogumda geç de olsa bir yer edinmeyi hak ediyor bence. Çünkü eğitim dediğimiz hayati bir mesele. Değil mi yoksa?

İsmet Berkan 02.06.2006 tarihli Radikal’deki yazısında eşitsizliğe kalıcı çözüm olarak eğitim’i göstermiş. “Süleyman Demirel, Isparta'nın bir köyünde dünyaya geldi. Onu Isparta'nın köyünden devletin zirvesine kadar taşıyan şey, aldığı eğitimdi. Süleyman Demirel gibi binlerce başarı öyküsü bulmak mümkün Türkiye'de. Hepsinde ortak yön, eğitim” demiş.

Ne yazık ki bu konuda kendisi kadar olumlu görüşler besleyemiyorum bu günlerde. Doksanlarda Anadolu’nun bir köyünde ya da kasabasında dünyaya gelmiş bir çocuğun devlet okullarında okuyup, bambaşka şartlarda ve bambaşka şanslarla dünyaya gelmiş akranlarıyla eğitim hususunda bir noktada eşitlenebileceğe hiç mi hiç inancım yok.

ÖSS gibi eğitimin kocaman bir yarasının bağrında, biraz da mecburi olarak seçtiğim eğitim fakültesinden mezun olmuş ve artık mecburi/tesadüfî olmaksızın kendini “eğitimci” olarak gören biri olarak, içimde barındırdığım çelişki yetmezmiş gibi; başka çelişkilere de imza atıyorum. Nasıl mı? İlköğretim okullarına yardım eden bir vakıf ile birlikte çalışıp, çocuklara “okuyun!” diyorum. “Bunu yapabilirsiniz!” diyorum. “Güçlü olun, bakın Hüseyin Yılmaz gibi köyden çıkıp dünyaca ünlü bir fizikçi olabilirsiniz. Neden olmasın?” diyorum. Kendi söylediğim sözlere en çok kendim inanarak.

Bu çocuklara çalışma azmi aşılamak; “okuyun!” demek doğru ve güzel geliyor bana. En azından elinizin bir omza dokunması o yaşamlarda farklılık yaratıyor. Ama ne yazık ki, plastik bir şekerin aslında var olmayan lezzetini vaat ettiğimizi düşünüyorum kimi zaman. Pek bir canım sıkılıyor. Neden mi? Söyleyin bana, iyi bir okulu bitirince bile, iş bulma aşamasında “torpil”ler uçuşmuyor mu etrafımızda? Köyünde çapa yapan anne babanın torpilini tercih eden var mı aranızda? Ya da kaç tane kurum, kaç tane şirket doğru düzgün burs veriyor söylesenize? Ya da bu burslardan kaçı doğru ellere ulaşıyor? Yarı zamanlı iş bulma sevdasıyla yanıp tutuştuğum günler dün gibi aklımda. Kitapçı raflarına, kasap önlerindeki aç kediler misali bakan gençlerden biri de bendim. Devlet okulunda okumuştum. Üstelik Başkent’in göbeğinde doğmuştum.

Bir yandan okumak, kendini geliştirmek, bilgiler deneyimler sahibi olmak, Diğer yandan hobileri olan, yaşamı mutlukla yaşamayı bilen bir birey olmak. Kendi yaşamını kurmak, kimselerin üstüne basmadan… "Bir ağaç gibi tek ve gür ve bir orman kardeşçesine yaşayabilecek" güçte bir insan olmak. Bütün bunları yaşayabilecekleri bir gelecek bırakabilecek miyiz dersiniz çocuklarımıza? Karamsar olmaya gücüm de yok niyetim de… Sadece bilmiyorum.

Bunca kargaşa, yaşam kavgası, eşitsizlik içinde; azimle, hırsla, akılla ve biraz destekle Süleyman Demirel gibi örnekler çıkıyor. Arkası da gelecek bir ihtimal. Bu beni sevindiriyor yine de sormadan edemiyorum: “Peki ya diğerleri?” Çok kalabalığız! Çok genç, çok küçük, çok korunmasız ve çok kalabalığız. Ortaöğretim kurumları seçme (OKS) sınavına bu yıl 3 milyon çocuğun gireceğini düşünüyorum da; geriye bir tek son söz söylemek kalıyor: Eğitim işini elinde tutanlar! Lütfen siyasi hırslarınızı, saçma sapan kavgalarınızı bir yana bırakıp, çözüme yönelik adımlar atmaya başlayın. Aldığınız kararlarla yaşamları yap-boz tahtasına dönen milyonların sorumluğunu omuzlarınızda taşıdığınızı unutmayın. Bir türlü istihdam etmeyi beceremediğiniz binlerce genç öğretmenin henüz yanan çalışma azimleri sönmeden yapacak çok işiniz var!

Fotograf için teşekkürler!

İLKYAR(ilköğretim Okullarına Yardım Vakfı)

14 Kasım 2006

Her ölüm erken ölümdür!

Yaşama dair bir şeyler yazacaktım. Kafama koymuştum. Ama dün sabah yaşadığım şokun ardından yaşama pek de uzak olmayan bir konu hakkında yazmak düştü bana. Ölüme dair yazmak…

Üniversite biteli henüz iki yıl olmadı. Bölüm arkadaşlarımın mail gönderdikleri gruba, yaşadığımız dönem itibariyle, sıkça “evleniyorum”, “nişanlanıyorum”, “tayinim çıktı”, “askere gidiyorum” başlıklı mailler geliyordu. Dün “vefat” başlıklı bir mail geldi. İnanmak istemedim. Hala da pek inanmış sayılmam hani.

Bahaneyi Kasım’a bulmak istiyorum. Ölümler pek bir sık geliyor sonbahar vakti. Ya da ne bileyim daha bir hüzünle. Yaprak dökümü yaşanıyor. Ve kafamda Cemal Süreyya’nın dizeleri yankılanıp duruyor:

…..
her ölüm erken ölümdür
biliyorum tanrım.

ama, ayrıca, aldığın şu hayat
fena değildir...

üstü kalsın...

Söz bitiyor. Sebepler boş, bahaneler inandırıcılıktan uzak. Son diyebildiğim:

Mehmet mekanın cennet olsun arkadaşım!

12 Kasım 2006

Tiyatro Festivali duyurusu


Duygulu bir 10 Kasım geride kaldı. Ve Ankara'yı doldurup taşıran bir kalabalıkla Bülent Ecevit'in cenazesine sahiplik eden bir 11 Kasım. 12 Kasım sabaha karşı bir depremle sarsıldık. Hiçbirine dair yazmayacağım. Tiyatro'ya dair yazacağım.

Henüz ortaokula gitmekte olduğum yıllar. Küçük amcamla birlikte dedemden harçlık kopardığımız nadide bir gün. Bir yaz günü. Yüksel Caddesi'nde içilen vişne sularının ardından şimdi yerinde yeller esmekte olan Yeni Sahne'nin yolu tutulur. Aylardan sanırım Ağustostur. Kapıda Devlet Tiyatroları perdelerini Ekim'de açacak yazısı görülür. Harçlık da tiyatro da hikaye olur o gün. Hayal kırıklıkları Tuna Caddesine serpilerek eve geri dönülür. O günden sonra devlet tiyatrolarına gitmeye özen gösterilir. Hatta Opera Sahnesi'nde sergilelen 3 saatlik bir oyunu balkonun en arka sırasında izlerken uyumama rekoruna imza atmışlığım bile var.

"Tiyatronun sezonu kıştır." gerçeğini oldukça erken öğrenmeme rağmen geçen kış annemle yaşadığımız tiyatro macerasını blogumda yayınlamıştım. Yeni maceralara yelken açmaya niyetim var. En çok merak ettiğim oyunlardan biri 24 Kasım öğretmenler gününe denk geliyor olsa da 11. Ankara Tiyatro Festivali'nde bir oyun görmeli diyorum ben. Mesela Oyun Atöleyesi'nin Hırçın Kız'ı olabilir. Ankara kışında tiyatro macerası yaşamak isteyen heveslilere duyurulur.

Ha bir de Caz Festivali var. Onun duyurusunu Umut yapar diye bekliyorum ;)

07 Kasım 2006

Erken gelen kış- geç kalan yazı

En son 1 kasım tarihinde iki satır karalamışım blog sayfalarına. O günden beri yazayım diyorum ama şartlar bir türlü müsade etmiyor. Voltajda meydana gelen iniş çıkışlar nedeniyle sekteye uğrayan internet bağlantım; bilgisayarımın voltajdan mütevellit kendini restart etme hastalığına kapılması;soğuğun bastırması; derslerin bastırması... Liste uzayıp gitmekte...

Aslında fotograf makinesinde bir de ucundan buz sarkan asma yaprağı foftografım var. Blog sayfası için özel olarak hazırladım onu. Odamın penceresinden soğuğu içeri alarak özenle çektim fotografı üstelik. Fakat bilgisayarımın fotograf makinesini tanımama problemi nedeniyle mahsur kaldı fotografcık oracıkta. Ben size durumu özetleyeyim; kar bu yıl yapraklar dökülmeden evvel yağdı. Acelesi vardı demek ki... Penceremin önündeki asmanın üzerini doldurdu. Yere bir tane düşmememcesine asılı kadı çardakta. Güneş açtıkça; asma yapraklarında uzun ve ince belirmeye başladı. Işıl ışıl.. Ankara'da yaşayanların bildiği üzere pazartesi sabahı yollara serildi buzlar. Biraz erken, soğuk, eziyetli biraz da kabullendik kendilerini.

Soğuğun, derslerin, sınavların, sorumlukların, hastalıkların, ölümlerin, zorlukların katmerlenerek geldiği mevsimdir kış. Hep söylerim, yazın sıcağı kışın soğuğundan adaletlidir diye. Bu soğukta yaşamak için, ısınmak için savaş veren insanlar olduğu biliyorum. Sabır diliyorum onlara. Kışı geride bırakmak için bana da sabır gerek ayrıca. Yeşil atkı ördüm, sarınıyorum. Bir de ya sabııır çekiyorum. Bu yazıyı geç de olsa burda bitiriyorum.

01 Kasım 2006

if (ben+hayat)= So what?

ODTU'den dönüş yolu epeyce uzun sürdü dün akşam. Şöyle bir düşündüm de ömrümün epeyce bir kısmını okul yoluna döktüm ben. Yolumu bulmak için, geri dönerken toplayacağım o ekmek kırıntısı zamanları. Karnım doyacak.

Yine dün akşam, hangi akranımla/arkadaşımla iki çift laf etsem konu hep aynı yerlere geldi. İştir, bulması zordur! Soysal güvencedir; şükredelim! Yüksek lisanstır; neden yapıldığı meçhuldür! İkili ilişkilerdir; “hayırlısı”dır! Evliliktir, o da hayırlısıdır!

Bütün bu sohbetlerin içerisinde sıklıkla düşündüğüm bir konuya takıldı zihnim. Bize yaşamayı öğretenler bir aşamadır koymuşlar bellek haritamıza. Yaşam aşmalardan oluşuyor sanki. Merdivenler var üst üste. Önce birine çık! Sonra ötekine! Bir adım yukarıda bir basamak daha edin kendine! Bir daha! Bir daha!

Bütün bu emir kipi aşamaların da her biri birer koşul cümlesine bağlı üstelik. Programlama dilleri derslerimi anımsatan cümleler:

if (master=true) and if (askerlik=true) and if (iş=true) and if (para=true) and if sosyal (güvenlik=true) then ????

Soru işaret tabi! Hem de kocamanından. Ben diyeyim 36 punto siz deyin 72 punto. Ne olacak bütün bunlar “true” olunca. Başımız göğe mi erecek? Aynı zamanda count down to döngüsü çalışıyor. Zaman efendim zaman. Akıp geçiyor. Bir sonraki hedefe ulaşmak üzere programlanarak öğrendik yürümeyi. Ve şimdi öğrenmemiz gereken bir şey daha var. Aşamalardan kurtulup, yaşamaya bakmak. count down to döngüsü sona varmadan...

Hemen hemen bütün derslerimde karşıma çıktığı üzere sonuç odaklı değil süreç odaklı olmaktan söz ediyorum. Çünkü sonuç denen o her neyse, her yerde aynı gibi duruyor. Sonuç denen kül de olabilir, bir avuç toprak da… Nede olsa, baki kalan bu kubbede bir hoş sada!

Repeat function(life) until x= (“fin”or “the end”or “son”)