Mimarlar Odası Ankara Şubesi'nin “Görülmüştür” etkinliğinin son günü olan Cumatesi günü, bu kez Ulucanlar’a demir kapının dışından değil, dikenli tellerin içinden bakma fırsatı bulduk. Bu Sinop Cezaevi’nden sonra gezdiğim ikinci hapisane oldu. Özge’nin anlattıklarıyla adım adım gezdiğim koğuşlar, avlular, volta atılan sokakalar, duvar yazıları, gökyüzünü perdeleyen dikenli teller, ranza demirinden parmaklıklar, tecrit odaları ile iki saati aşan bu hapishaneyi içerden görme etkinliği beni oldukça etkiledi.
Aslına bakılırsa bu gezi boyunca en az etkilenmesi gerekenlerden biri belki de bendim. Zira, orada dışardan bir tanık olarak bulunuyordum. Hapisaneyi ziyarete açıldığı günden bu yana doldurup taşıran; eski mahkumlar, infaz koruma memurları, eski çalışanlar, onların yakınları… Kimi ağlamaktan kızarmış gözlerle, kimi karnı burnunda, kimi kaldığı koğuşu işaret ederek adımladılar, hayatlarına dokunan Ulucanlar Cezaevi’ni. Bense gödüklerimin yanı sıra, diğer ziyaretçilerin kulağıma çalınan cümleleriyle bir kat daha fazla etkilenerek çıktım Ulucanlar’dan. Ve tepeden gözetlenen koğuşlarda, o “şart!”larda kalan onca insanın kokusu çalındı bir an burnuma; içim kalktı bir ara. Duvarlardaki boyaları kavlamış o yerlerde; nasıl olur da yaraları kavlayıp, kanamadan yaşar insan diye sordum kendime. Başım çok ağrıdı! Sanırım aklıma takılan şu cümle en az demri bir kapı kadar ağırdı:
“insanın insana ettiğini; ne insan anlayacak, ne de avludaki ulu kavak!”
İlgili proje için bakınız: Mimarlar odası
Fotograflar için teşekkür: Umut
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder