10 Mart 2009
Geciken Antakya izlenimlerimden biri daha - Bitmeeeez!
“En büyük asker bizim asker!” diye bağırıyor Hatay Havaalanındaki kalabalık; ya da bana öyle geliyor. Bu zihnimin gürültüye kendince bir mana verme çabasından başka birşey değil. Sonradan, gürültünün nedeninin, yaklaşan yerel seçimler öncesi, aynı uçaktan indiğimiz belediye başkan adayına yöneltilen yalakalık çalışmalarından ibaret olduğunu anlıyorum. Kalabalık beni karşılamaya gelmiş değil. İşin bu kısmı aşikar. Ve fakat, bu kalabalığın içerisinde tepesi kurdeleli lacivert valizimi nasıl bulacağım ve beni almaya gelecek “Ali”yle nasıl buluşacağım aşikar değil. Hadi bakalım.
Hatun, kaçıramayacağı bir İngilizce sınavı olduğundan beni Ali’nin karşılayacağını söyledi. Ben de normal olarak ona Ali’yi nasıl tanıyacağımı sordum. Ali’nin eşgalini ve cep telefonu bilgilerini aldım. Birbirimizi tanımamızın kolaylaşması açısından Ali’nin yakasına bir kırmızı karanfil takmasının uygun olacağını belirttim. Bu eski yöntem pek beğenilmemiş olacak ki cep telefonu marifetiyle buluşup, sıyrıldık Havaalanındaki kendinden geçmiş kalabalığın arasından.
Ali, Antakya’yı ziyaret eden misafirleri ağırlama konusunda uzmanlığını vermiş durumda artık. Yol boyu bana Antakya’yı anlatıyor. Bir nevi panaromik şehir turu yaşıyorum. Karanlık olmasına rağmen Sen Pierre Klisesini, Affan Kahvesini, aynı avluya bakan üç farklı dine ait ibadet yerlerini, Habib-i Neccar Camiini tek tek anlatıyor. Arapça ezgisiyle kurduğu Türkçe cümleleri ilgiyle dinliyorum. Hatun’u beklerken bir kahve içelim diyoruz ve kendimizi Hayyam’a atıyoruz.
Hayyam bir kitap-kafe. Bu yüzden biraz lise yıllarımı biraz da üniversitenin ilk senelerini çağırıyor kısa süreli hafızama. Sahi ya niye gidiyorduk biz oralara? Ergen derlerimizi anlatıyorduk birbirimize, arada bir de köşesi kıvrılmış bir kitabın sayfasında karşımıza çıkıveren şiir, bahane oluyordu kısa süreli aşkımıza. Daha ziyade nikotin okuyup, kendi halimizde bir romanı yazıyorduk. Kızılay’da ergenlik sivilcesi gibi pat diye patladığımız yerlere götürdü beni Hayyam Kafe. Kahvemi içtim, keyif aldım. Aliyse, Hatun’un uzun süren sınavı yüzünden benim sıkılacağımı düşünüp, yersiz bir korku yaşadı bu sırada. Kahvenin köpüğünü hüpletirken korkuyu kovduk gitti. Havalındaki gürültücü kalabalık, iki tarafı iki farklı sokağa açılan Kafe’nin bize uzak kapısında peydah oluyor bu kez. Yok yok. Bu sefer biliyorum. En büyük asker bizim asker diye bağırmıyorlar. CHP’nin bayan Antakya belediye başkan adayı İris Hanım'ı (Hanımın "h" si "kh" şeklinde telaffuz edilecek) el üstünde tutma çabasındalar.
Kahvemizi içip, yemeğimizi yemek üzere hemen yakındaki Anadolu Sofrası'na gidiyoruz. Palmiyelerin altına kurulu, altın rengi masa örtüleriyle gözümüzü alan, şıkır şıkır bi kış bahçesi var Anadolu Sofrası'nın. Garsonlar "misafir"e hoşgeldin deyip elini sıkıyorlar. Misafir burada ben oluyorum. Misafir olması pek güzel oluyor. Hatun gelinceye dek rakımız ve mezelerimizi söylüyoruz. Biranda masa donanıveriyor. Birazdan Hatun geliyor. Hasret gideriyoruz. Sohbet tatlı, mezeler enfes, diyecek yok keyfimize. Bendeniz fotograf makinemi devasa çantasıyla birlikte arabada bırakmış olduğumdan bir kare fotografını çekememişim o sofranın. Nasıl anlatacağım size şimdi? Yazının başındaki fotografa bakıp, yazıyı okuyup anlamaya çalışmayın. Gidin, görün, tadına bakın, bizzat yaşayın! Ben de gecikmiş Antakya yazılarımdan birini daha bitirip, bir başkasını daha sonraya bırakayım.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
2 yorum:
yavrım böyle taksit taksit yazıyosun olmıyo. ben yazının bi çırpıda döktürüverilenini severim. lakin seyahat meyahat, çok canımı çektirttin. bir de, ben eski header'ına hastaydım senin, olmamış'ı işaretledim, umuyorum poll'e gore yeni bir hamle yapılır, eski çılgın fotolar headerdaki yerini alır.
özledim, mucuks.
Diğer "olmamış"çıları da bi buluyum. Ben biliyorum yapacağımı :) Bu haftasonu gripten kırıldık, toparlar toparlamaz görüşelim ;)
Yorum Gönder