Sevgili günlük,
Bugün canım sevgilimi askere gönderdim. Daha iki gün önce öğrendik Canım'ın acemi birliği için nereye gideceğini, meslek kurası çekip çekmediğini... Ülkenin hangi köşesine gideceğini, gitmeden 2 gün evvel öğrenmek mantıklı bir iş değil. Bu işte mantık arama! Arama! Gecenin bir vaktinde açıklıyorlar sonuçları. Buna rağmen sistem kilit oluyor. Ekranda sonucu ilk gören sevgilimdi. Asker alma dairesinin sayfasında açılan resmi duyuruyu görünce, sevinçten güller açmadı tabi sevgilimin yüzünde. Onun yüz ifadesiyle birlikte benim içim de cızzz etti. Ben de öyle bir süre baktım ekrana. Sonra, sanırım olayın ciddiyeti bir anda kafama dank mı etti nedir, hüngür hüngür ağlamaya başladım. Uykum kaçtı. Bir bira içtim. (Tabii, her zaman olduğu gibi, bir Efes'in dibini göremedim.) Ertesi gün kurbağa gibi şişmiş gözler ve bozuk bir moralle işe gittim. Bir gün daha geçti...
Cumartesi sabahı 20 cm kalınlığında bir karla örtülmüştü penceredeki manzara. Görev beklemez, kısaca "yeşil don alımı harekatı" diye isimlendirilebilecek şekilde, Canım'ın orada ihtiyaç duyabileceği eşyaları almamız gerekiyordu. İnsan sürece müdahil olamayınca, orada nasıl bir ortam olduğunu her ne kadar hayal etse de, kendi yaşamadığı için, bir değişik ruh haline kapılıyor. Oysa askeriyede aşağı yukarı 1,5 yıl kadar çalıştım. Bizzat subaylarla. Tanka binmişliğim var. Helikopter simulasyonu ile hedef vurmuşluğum var. Rütbeleri ezbere biliyorum. Terhis süresini hesaplayan eğitimin senaryosunu yazdım. İç güvenlik harekatı kitapları okudum. Ben daha kıdemli asker sayılırım. Ama gel gör ki; istersen orgeneral ol, kazın ayağı pek de öyle değil. Sanki, sevgilimin çantasında bir çengelli iğne eksik olsa, dünyanın sonu gelecek... Bu ruh hali ile menüsküs ağrım dizimdeki mevzisinede konuşlandı. Bir cumartesi günü, Ankara kara bürünmüşken, ben penguen gibi yalpalarken, gerekenler listesini tamaladık sevgilimle birlikte.
Pazar günü Umut ve Rabia ile birlikte götürüp bıraktık kocacığımı kışlasına. İyi ki geldiler bizimle. Ortalık hakikaten "kış" la! Bir de en son ev taşıdığımız kış böyle yağmıştı. Tam "öksüz oğlan hırsızlığa çıkmış, ay akşamdan doğmuş" durumu. Mantığı duygularına galip gelebilen bir boğa burcu kadınına yaraşır biçimde ağlamadım, sızlamadım kışlanın kapısında. Yolda Umut aynadan göz ucuyla ağlayıp ağlamadığımı kontrol etti, sordu. Gülerek uğurladım sevgilimi. İnsanın böyle zamanlarda kafası durmuyor; daha bir fazla düşünüyor. Ya da bana öyle oluyor bilemiyorum. Durmadan, en iyisi, en hayırlısı olsun diye düşünüyorum, diliyorum.
Dün gece yazmaya baladığım yazı, bu gece de sürdü. Buraya kadar geldi. Az önce pencereden baktım. Kar da yağmaya devam ediyor. Bu yıl kar yağmasını hiç sevmedim ben. Zaman çabucak geçsin. Gelsin sevgilim. Sağ salim, bütün diğer askerler için de dilediğim gibi...
5 yorum:
yillar sonra cooook gulerek, gulumseyerek analim bu zamanlari.
Cancaazım allah kavuştursun. Hemencik gitsin gelsin. Metin ol, sen güçlü hatunsun. (Bu arada nereye çıktı askerlik?).
Kucak
bir kez daha hayırlı tezkereler..herşeyin hayırlısı deyip işin içinden sıyrılmak gerek,özlemek gerek.özlemler aşkı daha bir aşk yapar hem.her pazar gidip görebilirsin,kek ve kola götürebiliriz:)ben kurabiye adam yaparım askerin karizması bozulur kışlada:)nası fikir?bir de yengeler buluşması içmesi:)
haaa bir de bol blog yazısı bekliom ona göre :)
@elegimsağma: Hatta şöyle sızlanalım mesela: "oğlum/kızım ben kaçıncıdır dinliyorum bu babanın askerlik anılarını bir bilsen!"
@kuzeygüney: Polatlı'da 18 gün. Sonra da kurada nereyi çekecek bakalım.
@coraline: Ben de özlemin böyle bir etkisi olacağı görüşüne katılıyorum :) Kurabiye adama gelince, bizimki yeşiller içinde kendi kurabiye adamdan daha komik olmuştur bana kalırsa. Çok merak ediyorum. Buluşmayı da yapalım. Blogu da yazalım. Öperim
@all: Bu desteği hissetmek çok güzel!
Yorum Gönder