29 Aralık 2006

Mutlu yıllar- iyi bayramlar

Selamlar,
Daha önce de söylemiştim ya. Birisi hızlı ileri sarma (forward) düğmesine bastı sanki. İşte bir yıl daha bitiyor. Sürekli salınmakta olan sarkaç bir "güzele/mutluya" bir "acıya/zora" vuruyor. sanırım buna da yaşam deniyor.
Bayramları çocukken seviyordum. Artık kendilerinden çokça haz etmiyorum. Büyükleri kaybettik, çocukluğumuzu da... Bu yüzden sanırım hüzünleniyorum bayramlarda.Yeni yıllar derseniz; onlar da ayrı alem. Ama yine de bu yeni yıllarla ilgili çok sevdiğim birşey var. O da hediye almak ve hediye vermek.(Bu yeni yılda şansım tuzlu- biberlikten açıldı. Hadi hayırlısı!) Yukarıdaki resimse 2. sınıflardan bir prensesin bana hediye olarak hazırladığı bir sunumdan alıntı. Bu mesleği yaparken eldeedebileceğiniz hazzın resmidir kendisi.
Herkese mutlu bir yıl ve mutlu bayramlar!

27 Aralık 2006

8 FEMMES (8 kadın)


Bir malikhane... Ölen bir adam ve sekiz kadın. Adamın afet karısı, sakat kayınvalidesi, hat safhada arızalı baldızı, birbirinden orijinal iki kızı, eski striptizci kız kardeşi, evin sadık dadısı ve güzeller güzeli hizmetçisi … Bu adamı bu sekiz kadından hangisi öldürdü sorusuna, Agahta Christie usulü bir cevap ararken aynı zamanda tiyatro oyunu kokusuyla arz-ı endam eden bir film. Elbiseleri, fransız hanımefendisi tavırlarıyla hepsi birbirinden ilginç 8 kadın karakter ve onların entrikaları üzerine kurulu filmi izledik. Güzel kadınları ismen tanımak benim görevim olmadığından konu üzerine bilgi sahibi olanlardan sordum; öğrendim. Ama yine de bu güzel kişiliklerin adını buracıkta anma gereğini görmüyorum. Merak edenler ekşisözlüğe danışabilirler.

Özetle film bir tiyatro sahnesinden fırlamış gibiydi. Arada karakterlerin söylediği şarkılarla biraz da müzikalvari bir tat bıraktı dimağlarda. Farklıydı. Dolayısıyla unutulmayacak orijinallikte filmler listesine eklendi. Filmin sonunda aramızda geçen diyalog daha da unutulmazdı aslına bakılırsa:
D: Bir adamı öldürmek için 8 kadın yetiyormuş demek ki hayatım. Değil mi?
E: (Minik bir sessizliğin ardından) E tabi ki hayatım!
D: Aklından bir önce geçen cümleyi söyler misin hayatım?
E: Hönk. Hahahahhahha :) Hohohohoohh :)
Son sahnede gülmekten yerlere yatılır.

“Bir adamı öldürmeye değil sekiz bir kadın bile yeter!” cevabını duymadım ama duymuş kadar oldum.

18 Aralık 2006

Kanepe-"Küçük ama bizim"


Bugün başım ağrıyor. Başıma bu ağrıyı yapan uzun zamandır başımın içinde taşıyıp durduğum o kanepe değil tabi! Şimdi bu kanepe de nerden çıktı demeyin. Anlatıyorum!

İlk kez ne zaman musallat oldu bu kanepe zihnimin içindeki o yere? Bu sorunun bende bir yanıtı var mı? Sorular muallâkta. Altı yaşındaki bir kız çocuğunun ellerine ancak sığacak boyutta küçük, pembe, plastik sandalyeler, o pembe masa, o küçük saatli büfe… Bunların konuyla ilgisi var mı? Annesinin güneşli bahçe günlerinde önüne koyduğu, su dolu yeşil kapta mahsuscuktan çay içtiği bardakları, tahtadan çaydanlığını, tavasını yıkayan o küçük kız çocuğunun bunlardan haberi var mı? Bilemiyorum. O zamanlar çok uzakta kaldılar ve bir o kadar da yakınlar sanki durduğum şu yere.

O zamanlardan bu zamanlara örüle işlene özenle geldi işte bu kanepe. Yalnız da değil üstelik. Dantel perdeler, renkli nevresimler, halılar, yolluklar, içi şarap dolu kadehler, yuvarlak, özellikle yuvarlak masalar (Pembe masa da mı yuvarlaktı ne?) arkadaşlık ediyor ona. Ben de zihnimin içinde sınırları belirsiz o yerde yerleştirip duruyorum o kanepeyi, kollarım ağrısa da gücüm de yetiyor üstelik. İlginç olan bir şey var ki; kanepe hiç eskimiyor. Hiç bozulmuyor. En az hayaller kadar temiz. Onlar kadar aydınlık.

“Başkalarının da kanepesi var mı acaba? Yoksa zihninde kanepe besleyen tek ucube ben miyim?” diye düşünüp dururken, hani aklımda dönenip duran o kanepeye çok benzeyen bir başka kanepeyi, başka bir evin salonunda görmüştüm. Şaşırmıştım. Sevinmiştim. Gurbette elde, memleketten bir dostu görmüşçesine içim ısınmıştı. Üstelik o gün bu gündür içim hala sıcak.

Bu hafta sonu içimizi daha da ısıtacak bir şey yaptık! Bir ev tuttuk! Zihnimde beslediğim kanepenin bir yeri oldu ilk kez! Başımı ne zaman koysam yastığa; perdeler asılıyor camlara kendiliğinden, halılar seriliyor, yer minderlerim çıkıveriyorlar orta yere. Raflara kitaplar yerleşiyor. Bir müziktir çalmaya başlıyor. (Tango mu nedir?)

Dahası da var üstelik. Hepsini anlatmayacağım burada. Emlakçı-öğretmen teyzenin duvarındaki o küçük tabelada anlatmak istediklerimi özetliyor sanki: “Küçük ama bizim!” Siz ister buna ev deyin, ister kanepe, ister hayaller. İyisi mi siz buna sade “yaşam” deyin!

14 Aralık 2006

Benim bavulum!

Ne oldu da blog yazılarımın arası açıldı?
Çünkü; kendi tarihimin notlarını tutamayacak kadar hızlı yaşıyor hayatım. Cümleyi böyle kuruyorum; bilerek. Zira yaşamımın benden bağımsız hareket ettiği kanısındayım bu aralar. "Kader diye bir şey var mıdır?" polemiğine girmekten şiddetle kaçıyorum; bambaşka bir konuya dair yorumda bulunmak istiyorum.

Hem yaşamak hem yazmak eylemi aynı anda olmuyor. Ya yaşıyorsunuz ya yazıyorsunuz hiç olmuyor. Bu durumda yaşar gibi yazmak ve yazar gibi yaşamak seçeneklerine kalıyoruz. Ya da yazmak için yaşamak!Geride bıraktığımız hafta yazmak istediğim konulardan biri de yazmak için yaşayanlardan biri olan Orhan Pamuk’un Nobel alışıydı. Pamuk’un Nobel alışına dair yorum yapmayan bir ben kalmıştım ya; o eksiği tamamlamak gerek değil mi ama? Açıkçası kendisinin Nobel Ödülü alması beni çokça sevindirmedi. Hatta başka “mesele”lerle kesişen bir zamanlamada gelen ödül canımı sıktı. Canımı sıkan asıl konu ise kendisinin kitaplarını okuyamamamdı sanıyorum.

Pamuk’un Nobel ödülünü aldığı gün Radikal Gazetesi’nde okuduğum, “Babamın bavulu” başlıklı yazı ise bambaşka bir yerde duruyor şimdi. Altını çizmek istediğim pek çok cümle oldu yazıyı okurken. İnsan niye yazar? Sorusun cevabını ararken ; “Bütün gerçek edebiyat, insanların birbirine benzediğine ilişkin çocuksu ve iyimser bir güvene dayanır.” demiş Pamuk. Ve yazıyı babasına ilişkin hislerini apaçık edecek cümlelerle sürdürmüş. Bavulun içindeki satırlarda, “bugün babam aramızda olsun çok isterdim” diyen Pamuk’un, çocukça sevinçlerinden, gizliden kızgınlıklarından, minnettarlıklarından, utançlarından parçalar bulabiliyorsunuz. Ebeveynler çocukların içinde işte bu kadar derin izler bırakırlar demek için müthiş bir örnek! 50 küsur yaşında, dünyanın en büyük edebiyat ödünlün alırken bile, yazı yazarak ve geçimini bu yolla sağlayarak geçmiş on yılların ardından yapılan yaşama ve yazıya dair muhasebede bile (bile demek yanlış belkide), bir babanın yazdıkları, söyledikleri, hissettirdikleri dökülüyor bavulun içinden. Orhan Pamuk bana uzak bir yazar olmaktan çıkıp, vücut buluyor sanki...

Peki ya ben bavulumu açsam neler içinden neler dökülür acaba? Meraka hacet yok! Bavulun içinden dökülenleri teker teker okuyorsunuz işte. Yalnız bavul babamın değil, bizzat benim bavulum!

07 Aralık 2006

Biri bana Murphy'i getirsin!


Evet! zaman zaman Murphy kanunları işlemeye başlayabiliyor. Herşey bi anda ters gitmeye başlıyor. Ya da sağlığınızla ilgili minicik bir şey bile ters gitse herşey tepetaklak olmuş gibi olabiliyor. belki de size olmuyordur canım. Ne diye böyle genellemelre gidiyorum ki?

Bardağın dolu tarafını gör Didem! Bardağın dolutarafını gör! İç sesim durmadan konuşup, başımı şişirip duruyor. Bi sus! diyorum yok. O benden de geveze, susmak bilmiyor. Ha bir de omzuma musallat olan şu ağrı. Ağır bir yük de taşıyor değilim ya! Sırtlandığım bu her neyse; omzuma dokundu. Omzum da bana... Dün gece kallavisinden bir ağrıyla mücadele ettim! Sabah doktora gittim. Yoktu! "Doktor evde yoksunuz, ne..... oğlu .... sunuz." demek istedim kendisine.

Lakırdıyı fazla uzatmaya lüzum yok. İlk durakta durup omzumdaki şu ağrıyı ağırlıkla birlikte atmak, yeni bir yola düşmek istiyorum. Bir aralık istiyorum özetle; kısacık bir es, bir nefes!
Murphy'nin canı cehenneme! soran olursa: bardak ne tam dolu ne boş. Hep de öyle kalacak!