28 Eylül 2006

Modern Dünya Sendromu


Dün akşam vaktiydi. Pür telaştı ortalık, oruçlar açılmış, güneş batma telaşında, insanlar evlerine gitme telaşındalar. Günün bilmem kaçıncı mesai saati yaşanmış. Ayak bileklerimiz isyanları oynamakta. Gönül, dostu görmeyi arzu etmekte. Dost sevdiğini özlemekte. Herkes herkese kavuşmak imkanına sahip. kimse kimseye kavuşamamakta. Sendromun adı basit: Modern Dünya.

Günümüzde yolculuklar Öyle 3-5 ay sürmüyor. Yollar bitiveriyor. Hızlıyız. Cebimizde telefonlarımız var. Cehnnemin dibini arasak ulaşabileceğiz; her yer kapsama alanında. Elizmin altı lap top. Dünyayı geziyoruz hop hop. Yine de bir hasretlik, bir kavuşamamak, bir sıkışmışlık, bir huzursuzluk... Özetle bir Modern Dünya Sendromu.

Birbirimize ulaşacak her türlü modern imkanı eteklerimizin altına döküveren modern dünya, iş yerindeki sandalyelerimize bizi mıhlıyor. Bizi kararlar almaya zorluyor. Şehirlerarası, ülkelerarası "Kariyer" planları yapmaya zorluyor. Ve bir de bakmışsınız ki; Ferhat ile Şirin kavuşmuş, Modern Dünya'nın Ahmet'i ile Ayşe'si bir türlü kavuşamamış.

Ülkenin göbeğinde birbirine iki adım mesafede iş yerlerinde çalışıp, sömürülüp, kavuşamayan insanlar olarak gençliğimiz bozuk para gibi harcadığımızı düşünmekteyim. Elimizde, avucumuzda bir Modern Dünya Sendromu var. Üstelik sendromun tedavisine ayıracak beş kuruş paramız da yok. Tenimizde delikler açılmadan, kurtulmalı bu sendromdan.

23 Eylül 2006

Didem'in Gözlüğü YOK



Ayşe Arman‘ı tanır mısınız? Ülkenin en yüksek tirajlı gazetelerinde sayfa sayfa röportajlar yapıyor efendim nasıl tanımazsınız? Ben tanırım kendisini. Gazete elime geçtiğinde bir de okurum üstelik. Okurum ve her okuduğumda aynı hissi hissederim. Kafamda hep aynı soru uyanıyor: “E… Yani…..?”

Yazmayı oldum olası seviyorum. Yazıp köşeye atıyordum. Blog, bir nevi yeni bir köşe oldu benim için. Güzel de oldu. Bloga yazdıklarım hayatımın dökümü gibi; benim görüşlerim, benim bakış açım, benim hayatımdan renkler... Bundan normal bir şey yok. Ayşe Arman’la aynı işi yapıyor sayılırız işte. O da kendi hayatının bir dökümünü yapıyor bizlere. Mesela bugün Burj El Arap manzaralı halk plajından, kızıyla yaptığı keyiflerden söz etmiş kendileri. Bir de kızına bakıcılık yapan Necla’nın bir betimlemesini sunmuş bizlere. Durum bu. Fark şu. O Türkiye’nin en iyi gazetesinde yazıyor, ben internette kendi köşem diye nitelendirdiğim blogumda. Benim evimin yanında plaj mılaj yok. Öyle turkuvaz rengi deniz de yok. Arka planında elektrosaz çalan yokuşlu bir Ankara manzarası var. Zaman zaman ben de kendi köşe yazılarımda yansıtıyorum bunları okuyucularıma. Ha Ayşe Arman, ha Didem Avdan…

Durumu şöyle özetleyeyim. Kendisini, röportajlarını okuyorum efendim. İçimden bir ses “Okuma şu kadını sen de yazarsın Didem; hem de Ayşe’ye bin basarsın!” diye rahatsız edip duruyor beni. İçimdeki sesi haklı buluyorum. Evet Ayşe Arman’ın bu lüküs hayat yazılarına sinir oluyorum. Ha bir de üstüne üstlük sevgili okuyucular, satırlarıma sayın hanımefendi gibi son vermek istiyorum .BAAAAAY!

21 Eylül 2006

Okul insanı hayata hazırlar mı?


Az önce Beyazıt Öztürk'ün "Biri Bana Anlatsın" adlı programını izledim. Konu: "Okul insanı yaşama hazırlar mı?" Aslında bloga epeydir birşeyler yazmak vardı aklımda; ama bunca ciddi bir konuyla geri dönmeyi hiç düşünmemiştim. Beypazarından, Burcu'nun mercimekli köftelerinden, Gamze gibi güzel bir anne olmak istediğimden, ne bileyim bir sürü bambaşka şeyden sözetmeyi düşünürken konu geldi geldi yine eğitime dayandı. Eğitim= insanoğlunun kürkçü dükkanı.

Okullar açıldı; bir öğretmen olarak sorumluluklarım yoğunlaştı. Okullar açıldı bir öğrenci olarak da sorumluluklarım yoğunlaşacak. Bu arada kendim için yapmak istediklerim var. Sevdiğim bir adam var, onun yaşamındaki insan olarak sorumluluklarım var. Ailem, annem, babam, kardeşim, dostlarım ve hayatımdaki bütün bu diğer insanlar... Yaşamın onca yüzü, onca tarafı. gerçekleştirmek istediklerim. Planlarım, niyetlerim, duvara toslamalarım, gururdan göğsümün kabardığı anlar, yemek yapmalar, yazılar yazmalar, şarkılar söylemeler, spora niyetlenemeler, erken kalkmalar, tez yazmaya kalkmalar, derse yetişmeler, ve akaşamın bir vakti "ben şunu da yapacaktım." derken uykuya düşmeler. evimden işime, okuluma, pazar sabahları gazete almalarıma yürürken düşünüyorum da sanırım hayatımın en konsantre öğrenmesini okul bitince yaşadım. İlk öğrendiğim, yaşamın bitmez tükenmez bir öğrenmek hali olduğu. Okul insanı hayata hazırlar mı? Ne hayat okuldan bağımsız, ne okul hayattan. kimsenin kimseyi bir şeye hazırladığı yok anlaşılan.

"Günümüz eğitim felsefeleri" (contemporary philosphies of education) başlıklı bir ders almıştım bir zaman. Eğitimin ne büyük bir silah olduğunu düşündürmüştü o ders bana. Bir insanı şekillendirecek, hamurdan heykele dönüştürecek yer, okul dediğimiz. Öyle bir yer ki; bu yerden geçen eli silahlı bir terörist de olabilir, elil enstrümanlı bir müzisyen de. Hükümetlerin iktidara gelir gelmez ilk "ilgilendikleri" yerin milli eğitim olması da tesadüf değil; işte tam da bu nedenden.

Okulda başarılı olmak, yaşamda başarılı olmayı getirir mi? Bilmem? Yaşamda başarı dediğimiz nedir ki? Yaşam dediğiniz oku babam oku, öğren babam öğren. Cevapları bilmiyorum ama öğreniyorum.

10 Eylül 2006

Duygu Asena'dan bir pasaj


Sağlığında hiçbir kitabını okumadığım bir yazar Duygu Asena. Bilerek reddettim okumayı. Çeşitli sebeplerim var. Birincisi çokça tekrarlanmaktan içi boşalan terimlerden bir olan "feminizm" le birlikte anılan adı. İkincisi ise, kadın-erkek ilşkilerini her sansayonel olaydan sonra kendine konu edinen medyada yer bulan siması. Fakat tam da yazarın hayatını kaybettiği bu yaz, "Aşk Gidiyorum Demez" adlı kitabını okudum.
Yazarın kadın-erkek ilişkilerini gerçekten de derinmesine düşünmüş; özümsemiş; aynı olay karşısında kadın ve erkeğin ne tür tepkiler verebileceğini öngörebilen biri olduğunu düşündüm kitabı okurken. Öyle ki; kitapta iki farklı cinsiyette de iç seslerle aynı olayı anlatan karakterler zaman zaman benim sesimmiş gibi oldu; zaman zaman çok yakınımdakilerin. Milattan önceyi karıştıp sarsmış, milattan sonrayı sarsmaya devam eden; hatta miladı bırakın, Adem'i ve Havva'yı bile ilgilendiren bu kadın-erkek meselesine Duygu Asena da bir çare bulmamış tabi ki! Fakat kitabın bir yerinde "Güler" adlı karakterin ağzından, yalana dair öyle bir saptama yapmış ki; pek hoşuma gitti. Paylaşmadan edemedim:

"Hiç yalan söylemem. herkes söylemediğini iddia eder ama ben gerçekten söylemem. Belki de şanslı bir kadın olduğum için böyleyim. Çünkü çocukluğumdan beri yalan söylemek durumunda bırakılmadım hiç. Hayatım boyunca, yalan söylemem gereken hiçbir şeyle karşılaşmadım. Benim için yalana başvurmayan insanlardan çok , çevresindekileri yalan söylemek zorunda bırakmayan insanlar daha önemlidir. Herhangi bir nedenle elinde güç olan kişi, yanındakileri ürküterek, baskı yaparak yalan söylemeye mecbur ediyorsa, yalanı söyleyen mi hatalıdır, söyleten mi? Ne annem, ne babam, ne Yılmaz beni yalan söylemek zorunda bıraktı, o yüzden onları hayranlıkla anıyorum her zaman, benim yalancı olmayışımın nedeni onlardır."

09 Eylül 2006

Tez için blog açmak

"Umutcum bu işler hep senin başının altından çıkıyo" :) diycem olmuycak. Tez sürecinde kullanmak üzre bir blog açtım ve ilk yazımı ekledim bile. (Bu posting için güzel bir türkçe söz bulmak gerek!) Tez bloguma burdan ulaşabilirsiniz efendim. Tez denilen tez zamanda biter inşallah!

03 Eylül 2006

İstanbul Notları


Bu haftasonu sonbaharın gelişini ıslak İstanbul sokaklarında karşıladık sevgilimle. Daha önce İstanbul’a gidince yapılacaklara dair kocaman bir liste yer almıştı bloğumda. Bir güncük vakitte o kocaman listedekilerden sadece bir kaçını gerçekleştirebilecek vakit bulduk. Bunun yanı sıra ekstralar bile oldu.

Bundan yaklaşık bir yıl evvel İstanbul Modern’in kapısında çekilmiş bir fotoğraf geçmişti elime. İtiraf etmekte bir sakınca yok! Deliler gibi kıskanmıştım. Şimdi aynı kapının önünde iki kişi durmaktan aldığım hazzı tarif etmem mümkün değil. Sergiye ulaştığımızda saat geçti, vakit azdı. Sergideki resimlerin önünden transit geçmek zorunda kaldık. Ergin İnan’ın eserini görüp çakıldım oracıkta. Sonra Abdülmecit’in oto portresi… Burhan Doğançay’ın Eczacıbaşı koleksiyonunda yer alan ve içimde “Ah keşke benim evimin duvarında olsa” şeklinde bir cümlenin yankılanmasına sebep olan eserleri. Ve İstanbul Modern’in kütüphanesinde tavandan sarkan o yüzlerce kitabın altında “Allahım burada ne süper fotoğraflar çekilir!” diye bir yandan dişlerimi sıkarken; bir yandan başımın üzerindeki kitapların adlarını okumaya çalışmam; diğer yanda “fotoğraf çekmek yasaktır!” tabelası… Oto portre yapacak yeteneğim yok ama İstanbul Modern tişörtüm var. Pek modern.

Tophane’de içtim. Nargilemin dumanı… Gece vakti Dolmabahçe’de yürüdüm. Devasa çınarların süslediği yolda yürümenin tadı… Mevsim desen sonbahara sürmüş yüzünü, serinceydi. Yüreğim ve avuçlarım dersen, sımsıcaktı…

Bu İstanbul seyahatinde insanın bir şehre nasıl da aşkla, tutkuyla bağlanabileceğini yeniden öğrendim. Bir de sıcak gülümsemelerin genetik olabileceğini…