Tamı tamına 25 yıllık bir Ankara'lıyım bugüne bugün. Ömrümün tamamını bu şehrin "göbeği" denebilecek, eski bir semtinde geçirdim. Hala eski haliyle duruyor üstelik. Bir dönem istanbul'a şiirler yazıp, atfedecek kadar aşık olmuşluğum varsa da; asıl ve vefalı yarim hep Ankara oldu. Kolay değil, bütün ilklerimi burda tattım ben. Başımın içinde sokak adlarıyla, tabelalarla hatta ağaçların çiçeklerinin rengine, binaların biçimlerine varan ayrıntılarla bezenmiş kocaman bir Ankara Haritası var. Çankaya'sından Emek'ine, Cebeci'sinden Siteler'ine, Yenimahalle'sine, Ümitköy'üne...
Bu pazar sabahı keyifle kitabını okumuş, kahvaltı keyfini gazetesini okuyup çayını yudumlayarak yapan bir Ankaralı olarak Radikal Gazetesin'nde Murat Yetkin'in yazısını görünce dayanamayıp; ben de yazmaya koyuldum.
Okul yaşantım metro inşaatlarının takibinde geçti. Kurtuluş Ortaokulu'nun pencerelerinden sarkıp devasa çukurun içinde olup bitenleri sınıfça izlerdik. Emek'teki lisemin son yıllarında o devasa çukurdan yapılan metro durağında inip kim bilir kaç kez Emek'e gidip geldim. Evimden ODTÜ'ye uzanan yol önce metro nedeniyle kapandı, daraltıldı, toza dumana bulandı. Sonra genişletildi. Sırf şu ODTÜ metrosunu kullanmak içim yüksek lisans yapıcam diyordum. Sanırım şimdi aynı nedenle doktoraya başlamam gerekecek.
Düşünüyorum da, ben üniversiteye başaladığımda Armada diye bir yer yoktu. Ben Eskişehir yolu üzerinde günümün saatlerini alan gidiş-gelişler yapıp dururken; bina yavaşça yükseldi ve oraya konuşlandı. Ben de yaklaşık 2,5 yıl kadar varlığını inkar edip ısrarla gitmedim oraya. Sonra ben de pes ettim. Ama hala sevmiyorum.
Batıkent Metro'su ilk açıldığı gün okulu asıp aynı trenle gidip gelmiş, gezmiştik. Anımsarım. O zamanki adıyla TEK'in devasa binasının 16. katından Milli Kütüphane'ye bakan staj yıllarım da aynı zamana denk geliyor sanırım. O zaman yolun orta yerinde böyle şekilsiz bir gökkuşağı viranesi yoktu. Kimbilir ne kadar uzun zamandır orayı işgal etmiş duran vinçlerin olduğu yerde pembeye çalan çiçekler açan bir süs eriği vardı. Benimde önünde çekilmiş dijital olmayan bir fotografım...
Anneannemin kocamaaan bahçesinden yol geçmesiyle çitleri içeri çekişimiz ve yol üzerinde kalan devasa armut ağacı... Ve "maske fabrikası"nın bahçesi diye tabir edilen o yerde, mantar gibi bitiveren binalar... Çıtalıyı salıverecek yer kalmadı bize, üzgünüm.
Bütün bunları neden yazdım? (Ankara'da olup bitenleri kendi yaşam öykümle birleştirerek yazmaya devam edersem bir otobiyografi bile yazabilirim sanıyorum.) Bizler büyürken bir şehrin de büyümesi kaçınılmaz. Bunu yadsımıyorum. Ama Ankara sadece büyümedi. İlk gençlik yıllarında sapkınca değerlerini yitiren bir nesli temsil edercesine, sapkınlaştı; karışıklaştı; düğümlendi; değerlerini yitirdi; sevimsizleşti. Üstelik bu sevimsizliği perdelemeye, duvarlardan akan; fıskiylerden taşan sular da yetmiyor artık. Sular yetmiyor. Ve ben de giderek ömrümü yaşadığım bu şehre olanların, artık onarılmayacak boyutlara ulaştığı gerçeğini kabullenmek zorunda kalıyorum.
ODTÜ'ye her gidişimde Eskişehir yolunun ODTÜ'yle birleştiği o kavşaktan sökülüp, geri getirilecek vaadiyle taşınan çamları sorup duruyorum. Nerdeler? Bir de yabani iğde vardı. Kızılay'dan bindiğiniz araçta eğer aracın solunda oturuyorsanız dallar pencerenize değerdi. Dalları silme serçe dolu olurdu meyve zamanı.
Bütün bir ömrü geçirdiğim şehre olanlar... Aslına bakılırsa herkesçe malum... Güneş balçıkla sıvanır mı bilmiyorum ama, bu aralar hiçbir yerde gözüme ilişmiyor Hitit Güneşi!
1 yorum:
üzülme didem, bi kaç yıl önce belliydi ki daha iyi olmadan önce daha kötü olacak. şimdi çok hızlı daha kötü oluyo, ne kadar çabuk dibe vurursa o kadar iyidir..
Yorum Gönder