Şehirde bir bomba patladı dün! Ya da bir önceki… Ne fark eder? Patladı mı? Patladı. Anlık gürültüsü başka başka semtlerden duyuldu. Ve bitti. Biz de ardından patlayıcı maddenin A4 tipi mi , C4 tipi mi olduğuna dair haberler dinleyip, “genel kültür”lü yorumlar yaptık. Evet, evet yabancı değil. Bizler. Biz masum insanlar. Canlı bomba olaylarına dair bir hafızamız, bombalara aşinalığımız var. Bu aşinalığı yadırgamıyoruz üstelik. İşte benim en çok yadırgadığım; bu aşinalığı artık yadırgamıyor olmamız. Yazık ki yadırgamıyoruz. Yaşamın olağan kabullenişi….
Bu hissi belki bilirsiniz; henüz olgunlaşmamış, dışardan görünmeyen ama dokundukça can yakan bir sivilcenin yarattığı acıya benzer bi his uyandırdı bu “bomba” bende. Hiç istemediğimiz, ama oluşunca da patlatmadan edemediğimiz, patlayınca geride bıraktığı izi silemediğimiz, alıştığımız… Savaşın varlığını kabullenmeme savaşımı alevlendirdi. Ve bir de üstelik kendime karşıyım. Üstelik de kaybeden taraftayım.
Savaş göremeden yaşama gözlerini yuman şanslı bir neslin evladı olabilecek miyiz dersiniz? Savaşmayan. Savaşmamış bir nesil… Var mı? Olacak mı? Peki ben bunu nasıl anlatacağım şimdi kendi evladıma? Yalan söylemeli iyisi mi, yalan. Ne bileyim, güvercinli, zeytin dallı bir oda döşemeliyim kendime, sevdiklerime. Ve sonuç olarak, bireyin kendiyle savaşına mükemmle bir örnek teşkil etmeliyim.
Gözlerimi kapatıyorum. O Meşhur belgesel kanalının logosu duruyor ekranda bir yerde. Ve o vahşi kedi, hızla koşup ceylanı yakalıyor. Az sonra da afiyetle yiyor işte. Yanımda soran gözlerle oturup bana bakan çocuğa açıklamak zorunda kalıyorum: