23 Eylül 2007

KALEMLERİM!

Ders çalışırken, tam da konsantre olmuşken, benden bir ses: “Canıım! Mor kalemim bitti! Olamaz, hele yeni bir dönem başlarken, her yer kırasiye imparatorluğu tarafından işgal edilmişken olmaz! Olamaz!”

Evet kadınım! Evet kırtasiye seviyorum! Hem de çok. Bu biraz da çocukluktan kalma bir alışkanlık. Babamın muhasebeci olması dolayısıyla evimiz bir kırtasiye cennetiydi. Kalemler, dosyalar , defterler, delecekler, zımbalar, aklınıza ne gelirse...

Her yıl dönem başında, bir kurşun kalem bir kırmızı kalem bir silgi ve bir de kalemtraş ile annem tarafından itina ile sadeleştirilen kalem kutusu, dönemin sonuna doğru dolup taşardıi.H ala, çantam neden bu kadar ağırlaştı diye şöyle bir bakınca; içinde kocaman hınca hınç dolu bir kalemlik buluyorum. Ve buna hiç şaşırmıyorum!

İlkokul yıllarında, öğretmen: “Çocuklar ,fazla kırmızı kalemi olan var mı?” sorusunu sorulduğunda el kaldırmak hep bana düşerdi. Yıllar sonra ehliyet sınavından, iş sınavlarına, LES’e kadar ne kadar sınav varsa hepsinde birilerine kalem ödünç vermişliğim vardır. İstanbul Galata’da, fatura istediğimiz taksici “Abla! Kalem kalmamış arabada” dediğinde de çantada fazladan birkaç kalem vardı. Zira, bir yerlere kalemsiz gitmek, kimliksiz sokağa çıkmak gibi hissettiriyor beni. Bunda öğrenciliğimin 20. yılını yaşamımın da payı vardır zannederim.

Belki biraz nostaljik, yada eski usul gelebilir kimilerinize, ama dolma kalemle yazmaya bayılıyorum. Ne zamandır yazamadığım bir gerçeğini bir yana koyarsak, bir edebiyat yarışması dolayısıyla ortaokuldaki edebiyat öğretmenim Nesrin Keyvan’ın hediye ettiği kalemle sayfalarca, ellerimi mürekkebe bulayarak ama zevkle yazmışlığım var.

Kırtasiyeye, bayılıyorum! Geçenlerde Emrah elinde fıstık yeşili bir mini kırtasiye setiyle eve gelince, çocuklar gibi güldüm! Fıstık yeşili mini setin ardından, biten mor kalemimin yerine bana fotograftakilere benzeyen rengarenk kalemler alan sevgili eşime teşekkürlerimi sunarım.

18 Eylül 2007

Ben Atlas değilim!


Uzun aradan sonra ilk kez sabah vakti girilen bir blog yazısı ve uzun aradan sonra yine o dünyanın yükünü omuzlarında hissetme hali. Omuzlarında dünyayı taşıyan bir tanrıydı benim hatırladığım. Atlas'tı. Bırak Atlastı, Dünyaydı kocaman şeyleri, gözüne yumruk yemş bir karınca misaliyim şimdi. Öyle ki; ne can bir lokma istemekte, ne kahve, ne kahvaltı.

Giyinmeli giysileri, soyunmalı bu havadan. Yola düşmeli. Rahat! Haz'rol. Didem, yeter artık bir rahat ol!

07 Eylül 2007

Kapadokya

İki yılı aşkındır söylenen "Ne olacak, bi haftasonu kaçıveririz Kapadadokyaya!" cümleleri sonunda gerçek anlamını buldu. Sonunda Kapadokya'yı da görmek kısmet oldu. (Darısı ülkemdeki ve dünyadaki diğer güzel yerlere olsun.) Çok mutlu oldum çoook! zaten gezdim mi pek mutlu oluyorum.

Zaman zaman ülke ülke, köy köy gezen şu televizyon programcılarına öykünüyorum ne yalan söylemeli. Kendi zihnime çekiyorum ben de "gezelim, görelim"bölümlerini. İşte efendim gezelim görelim Kapadokya-Şahinefendi Köyü bölümü ile karşınızda.


Bütün mızmızlanmalarıma rağmen yola sabah erken saatte düşüldü. Araba bizim, vakit bizim, yol bizim, uyuyalım dedimse de dinletemedim. Erkenden yola koyulduk. Aaaaa bir de baktık ki fotograf makinesi yanımızda değil. Neredeyse Mamak çöplüğüne gelmiştik, ama yine de geri dönüp aldık makinemizi. Yola erken koyulamadık, uykudan da olduk ama olsun. Ezginin Günlüğü'nün 25. yılı şerefine çıkarttığı "çeyrek elma" adlı kolaj albümünü dinleyerek neşemizi bulduk sonra.

Elmadağ-Kırıkkale-Kırşehir-Nevşehir rotasında ilerledik. İlk mola'yı Hacıbekta'ta verdik. Aslan'lı çeşmelerden akan suyla yıkadık yüzümüzü. Biliyorsunuz bu aralar şırıl şırıl akan çeşmelerde yüzünü yumak her insana kısmet olmuyor. Su kıymetli!

Bendeniz Co-pilot oldum, az gittik uz gittik vardık Göreme'ye, Otelimize (Ottoman House) yerleştik. Dışı Nevşehir Taş'ından yapılmış şirin otelde bendeniz klima aradım. "Bu mevsimde bırakın klimayı gece üşütmeyin! dediler." Haklıydılar. O gün göremedeki açık hava müzesini gezdik. Taş oyma kiliseler gerçekten mükemmeldi. Manzara ise hakikaten etkileyici...

Kapadokya'daki dokuya bayıldım. (Kapıl-dokuya) "Şu tepenin ardında deniz var." hissi yaşatan yerlere bayıldım. Ertesi gün, yeraltı şehrine bayıldım, Avanos'a bayıldım. Ankara'da her yanımı çamur içinde bırakarak denediğim ve başarısızlığa uğradığım; toprak kap yapma işini eski usül tezgahta denemeye bayıldım. Çok da şekilli kap yaptım valla. Buyrun bakın. "Bu tezgahtan eve de alalım." dedim ama ev halkı pek razı değil gibi durmuyor.

Ve yoğun ısraralarım sonucu Emrah'ı komşularımızın memleketi olan Şahinefendi Köyü'ne götürmeyi başardım. Sevgili Sevim Teyze, Şükrü Amca, Cemal Amca, Leman Teyze, Mehmet Dayı'yı görüp sevindirmek vardı işin içinde. Ha bir de anlatılanlardan orada bir Roma kalıntısı olduğunu ve bu kalıntılarda bulunan mozaiklerin bir eşinin Antakyada bulunduğunu, Kapadokya Bölgesi'ndeki tek mozayik kalıntıların o köyde olduğunu biliyordum. Öyle ki başlangıçta arkeologlar bile inanmamış. Ama mozaikleri görmelisiniz.

Daha fazla yazamayacağım, Sevim Teyze ve Şükrü Amca'nın asırlık evlerinde çekilen foto ile son veriyorum blog'a. Yine gidelim! Yine gidelim! Gider de otelde kalırsak bu kez değil fırça; dayak yeriz o ayrı!