30 Ağustos 2009

Mutluluğun Mimarisi


"Mimaride bizi cezbeden ve bir yaptı "güzel" sıfatıyla onurlandırmamıza yol açan denge, bir insanda akıl sağlığı ya da mutluluk diye nitelendirebileceğimiz bir ruh durumuna denk düşer. Tıpkı binalar gibi biz de pek çok karşıtlığı içimizde barındırrırız. Binalarda olduğu gibi bizde de bu karşıtlıklar başarıyla dengede tutulabilir, birlikte var olabilir. "

Allain de Botton'un Mutluluğun Mimarisini adlı kitabını okuyorum. Yukarıdaki paragrafı döndüm döndüm bir daha okudum. (Görüş yazarın görüşü ve tabiki ki aksi de savunulabilir pekala. Öte yandan, bu paragraf beni yaşadığım şehir hakkında düşünmeye itti.

Yaşadığım şehirdeki binaları düşündüm. Dengesiz binaları... Yani ne bileyim *ATO'nun satın aldığı yarım kalan ikizleri, Armada'nın ta kendisini ve karşısındaki şekilsiz çelik yığınını ya da yeni yapılan ve zerre kada haz etmediğim "Gordion" alışveriş merkezi binasını ve yanındaki zebellahları ve ve ve ve... Bu şehrin dengesini bozan ve "güzel"liğinin içine eden daha neler neler... Eğer bir şehri karşıtların varlığına inanmayanlar yönetiyorsa, bu şehirlerin yaşayanların ruh sağlığıın da çine etmesi kaçınılmaz gibi. Bakınız İstanbul ve hatta bakınız Türkiye ve hatta bakınız Dünya!

*Düzeltme: İkizleri TOBB satın almış ATO değil. Olsun! ATO'nun köşeye yaptığı bina da iğrenç. Onun hemen gerisindeki arap mimarisi esintili cami de iğrenç. Sonracığıma... Ulus'taki şehir çarşısının yerine roma kalıntılarının tepesine yapılan çarşı da iğrenç. Diyanet İşleri binası da iğrenç. Millet vekili lojmalarının yerine yapılan binalar da iğrenç. Bu böyle sürer...

22 Ağustos 2009

Mert Sandalcı


Az önce TRT'de biir belgeselde tanıştım kendisiyle. Mert Sandalcı. Türkiye'nin en büyük kolleksiyoneri denebilir kendisine.

Aslen inşaat mühendisi imiş. 2. köprünün inşaasında şantiye şefi olarak çalışmış. Açılış günü protokolde kendi ismini ve görememiş ve o gün bir daha inşaat mühendisliği yapmamaya karar vermiş. Sonra nasıl olduysa bu kolleksiyonerlik işi ile ilgilenmeye başlamış. Kitaplar yazmış . Nelerle mi ilgilenmiş:
Türkiye eczacılık tarihi üzerine topladıkları ile bir kitap yazmış.
Osanlıdan günümüze biranın tarihi üzerine çalışmış. Ve o çalışması bugün bir sergi haline gelmiş ve müzeye dönüştürülmek üzereymiş. (sergiyi kaçırmışız.)
Osmanlıda çok sesli müzeik üzerine yaptığı kolleksiyondaki fotoğraflardan bazılarını gördüm. İnanılmazdı....
Takdir ettim. Ayrıca bakınız.

Eski çamlar...


Eski iş yerime son kez gittim.
Son kez diyorum çünkü artık orada olmayacak. Görmek istediğim insanlardı zaten, iş değil! Yoksa iş dediğin çekilecek iş değil!

Son sınıfta iş görüşmesi için karlı bir kış günü yolum düşmüştü ilk kez. "Okulunu bitir öyle gel!" Pek bir söz dinlerim. Okul bitti başka işlere de girdim. Sonra yine gittim.

Yalnız bu kez, son gidişimde yani, ne yalan söylemeli boğazım düğümlendi. Taş üstünde taş, geride kalanlarda moral kalmamıştı zira. Bir cins ölü evi yahut merhumun hanesi. Kapıdaki turnikeler gitmişti çoktan. Bahçıvan işten çıkarıldığından olacak, çimler sararmıştı çoktan. Zaten iyi devirler bittiğinde önce çimler sararır. Yoksa insanların sarardığı kimin umrunda?

-Ben çıkış belgemi imzalamamıştım.
-Hmm adınız neydi?
Bu cümleden snra 6 bilemedin 7 koca mavi dosyayı karıştırdı, kaynağı tükenmek üzere olan insan kaynakları müdiresi.
-Burada yok. Siz ne zaman ayrılmıştınız?
-Nisan’da.
-Ohoooo o dosyalar taşındı. Bunlar Temmuz.
Temmuzda gidenlerin dosyaları dağ olmuş anlayacağınız.

"Vay anasını" dedim en çok. Gördüklerime inanamayarak. Girişteki camdan pano çıkarılmış. Hani şu turnikelerin tam karşısında olan. Hatta turnikeler bile yerinde değil. Sahi kim en zor geçiyordu o turnikelerden?

"Vay anasını vaaay!" Neler değişti şu geride kalan 2 yıl içinde. Gördüm ki en çok geride kalanlar yıpranmışlardı. Renkleri açık beyaz olmuştu resmen. Üç ay evvel benim de halim bir benzeriydi. Bir cins moral ve maddi anemi. Eksiklik. Kansızlık.

Kimilerinin tabansızlığı, kimilerinin aç gözlülüğü. Kimilerinin kansızlığı sebep oldu buna. Gerçek nedeni bilemiyorum. Bildiğim, her şey hızla değişiyor. "Vay anasını" dedirtecek kadar hızla...

Kısa saçlı, esmer güzeli psikologla arkadaki köpeklere ne olacağını konuştuk bu kez. Köpekler nereye gidecek? Köpeklere bir yuva bulan olmuş. Doyacakmış karınları iyi kötü. Peki ya insanlar?

Soramadım!

10 Ağustos 2009

09 Ağustos 2009

Hakiki "Çamur"

Herkesler yazdı. Ayşe Arman yazı dizisi yazdı. Sıra bendeniz “Kamber”e geldi. Kambersiz düğün olmayacağından ben de aklımdakileri yazayım. Kurtulayım!

Dedem ikinci eşini kaybettikten sonra, ben evlenecem diye tutturduğunda ben lisedeydim. (İikinci eşini ilk eşine kuma olarak almış, ve bana kalırsa çocuklarının hayatında koca bir çentik açmış bir dededir.) Kendi dedemin düğününe gitmişliğim; kraliçe 3. Elizabeth olarak tabir ettiğim son “babaanne”min nişan alışverişleri yapıp bilezik alışına şahit olmuşluğum var. Bu macera başka bir yazının konusu olacak kadar çok ayrıntıyı bir arada içeriyor, biz ana konudan sapmayalım. Dedem evlenmek istediğinde yaşı altmışların ikinci yarısı idi sanırım. “Aldıdığı” kadın ondan belki 5-10 yaş daha gençti. Dedem hatunu, can yoldaşım olsun, yemeğimi yapsın, “yatağımı ısıtsın” diye aldı. Evlendikten sonra toplasan 2 ay yaşadı yaşamadı. Hakiki Çamur'un başına da aynısı gelebilir. Yılmaz Özdil'in tabiriyle "matkap"lar da bozulur!


Şimdi Sayın ÇAMUR’da tıpkı dedem rahmetlinin çığırdığı türküyü çağırıyor. Ayşe Arman beni çileden çıkaracak bir şekilde “alan razı, satan razı” yazmış. Alanın-satanın, hatta haber yapıp yazısını yazanın da razı olduğu bu durumun arkasında bir sürü hastalıklı yaklaşım tarzı, sistemin bir sürü aksayan çarkı yer alıyor:

Kadını hala alınıp satılan bir meta olarak gören “zihniyet”!
Aşırı feminist söylemlerden tiksindiğim aklınızın bir kenarında duradursun lütfen. Ama bu alma satma yaklaşımının değişmmemesi de beni tiksindiriyor. Öyle ki; yüksek tabir edilen sosyo-ekonomik düzeyde ve hatta çalışan kadın söz konusu olduğunda bu alıp satma işi şekil değiştiriyor, ama yaklaşım aynı iğrençlikte kalıyor. Kadını almak! Ne alıyorsak artık? Bu yaklaşımı meşru gören zihniyet, ülkenin unutulan diğer illerinde, bizim hiç gidip görmediğimiz yerlerde, zor şartlar altında, yaşam mücadelesi veren bir sürü kız çocuğunun, onbeşinde, onaltısında hatta kimi zaman onunda evlendirilmesini meşru kılıyor. Ben sekizinde evlendirilenin hikayesini yerinde dinledim, ordan biliyorum. Hatta bu dozajı arttıkça öğle iğrençleşen bir bakış açısı ki; bir tecavüz vakasında bile “kesin kadın adamı başan çıkartmıştır.” cümlesini bile haklı hale getirebiliyor.

Bir diğer konu ise “para” ve ülkedeki “sosyal güvenlik sitemi”nin görünmez oluşu!

Yalnız başına yaşayan ve herhangi bir geliri olmayan bir kadın, diyelim kırklarında, ellilerinde... Anadan babadan zengin değilse, herhangi bir sosyal güvencesi yoksa, Hasan Emmiyle Hüseyin Emmiyle, artık hangi emmi uygunsa onunla izdivaç yapıyor. Düpedüz mahalle baskısı. Yalnız oluca edepsiz, iffetsiz oluyor. Bi de bunlar televizyonda milyonların gözlerinin önünde; herkesçe tasvip edilerek yaşanıyor. Bırakın daha yeni reşit olmuş ama “siz böyle yaptıkça eşime olan hevesim artıyor!” diyen ergenlik sivilceli GazlıCan’ı, kaç yaşına gelmiş insanlar kendi hayatlarını başkalarının şıngırdattığı, ev-araba anahtarlıklarında arıyorlar. Mahalenin “Döndü Teyze”si de “Ayşe Arman Teyzesi” de bu konuda alan razı satan razı rahatlığında... Sorumlu olması gereken insanlar da en az bunlar kadar rahat. Hatta sistemdeki bu tür açıkları kocaman bir deliğe dönüştüren “sosyal güvenlik” kanunları var.

“Hukuk”un yağlanması gereken çarkları.
Her şey gayet hukuka uygun. Çünkü artık herkesler hukukun açıklarını bilebiliyor. Konu evlilik de olsa bu böyle, vergi de olsa...
aklımda listeye ek olaibliecekler var ama daha da yazmıycam!

Bugün biz bugün yazılan çizileni biliyoruz. Göz önünde olduğu için biliyouz. Halinden memnun olduğunu bugün bas bas bağıran Gazlıcan’ın yarın ağlamayacağını; pişman olup o sabah programı senin bu ana haber benim dolaşarak bir medya maymununa dönüşmeyeceğini bilemiyoruz.

Son olarak, kendine her şeyi alama hakkını bulan bu tür “adam” ların sadece kadını aldıklarını değil; şimdi canhıraş bir şekilde bağrınıyor olsalar da, zamanında ülkeyi de ucuz ucuz aldıklarını. Nice Gazlıcan’ın babasını fabrikalarında üç kuruşa çalıştırdıklarını düşünüyorum. Bu devran böyle döndükçe, alan razı satan razı oldukça, ne çamurlar biter, ne Gazlıcan’lar... Bu ülkede bu yazıyı hiç bir zaman okumayıp çamurlara yağ çeken, aferin çeken binler hatta milyonlar da yaşıyor bunu biliyorum. En çok da bundan tiksiniyorum!

06 Ağustos 2009

CAFЀ de 'LONE

Çiçekçilerin olduğu sokağı dümdüz yürüdüm. Hangi mevsimde, hangisi satılır bu çiçeklerin; her biri nasıl kokar, biliyorum. Bu sokağı da az yürümedim. Annemin elinden tuttuğum, anneannemin koluna girdiğim, okulu kırdığımda aynı günde kim bilir kaç defa gelip geçtiğim bu sokak. Bu sokaklar...

Kolay değil. İnsan dediğin yaşadıkları üzerine üst üste kuruluyor. Yaşamadıklarından oldum sanıyorsan eğer kendini işte o zaman pek “insan” olmuyorsun. Değil mi ya?

Bu satırların arasına sokakların adını yazmaya gelmedim. Ne fark eder, mendil sokak, kedi seven sokak, kaptan-ı derya sokak, çıkmaz sokak, çapalı sokak, sapmaz sokak, gül sokak, karanfil sokak? Ne fark eder, ağız tadıyla yürümedikten, bir sokak kahvesinin keyfine varamadıktan, bir kitapçının kapısını kapıda şıngırdayan zilin sesini duyarak açamadıktan sonra?

Kişinin kendi kendine kaldığı anlar en az diğerleriyle yaşadıkları kadar özeldir. Eğer yalnız başına kalabiliyorsa... Yalnız başına yürümek mesela... Yalnız başna bir kafede oturmak... Yalnız başına bir kafede oturmak, bir bardak çay yudumlamak ve bir kaç satır karalamak... Ya da bir kitap okumak... Aç gözlülükle ışıldayan gözlerin tepeden tırnağa sizi süzdüğünü hissetmeden yapabileceğiniz şeyler işte.


Denizi olmayan bir şehirde olduğumdan bu kadarını yazdım. Dedim ya insan yaşadıklarını üst üste koyabiliyor. Liste uzatılabilir. Vapuara binmek tek başına ve bir sigara tüttürmek boğaza karşı... Tek başına bir banka oturmak ve bakmak ufka, parkta oynayan küçük çocuğa ya da belki denize...

“Nereden çıktı bu tek başına kalma sevdası” demeyin şimdi. Düşündüm. Ben severim öyle sandalyesi kıçıma battığı halde, ortamı insanın içini ısıtan yerlere gitmeyi. Bir kaçında adam akıllı zaman geçirdim. Kitaplarını okudum, adisyonlarının arkasına yazı yazdım, ders çalıştım, çaylarını içtim, biralarını içtim, sohbet ettim, ahbap oldum. Gün geldi, “bu da bizden olsun!” dediler... Hani istesem belki çok sevdiğim sandalyelerden birini bana hediye edecekler. Yalnız da gittim, sevdiklerimi de götürdüm. Kimseler omuzlarıma sentetik battaniyeler sermedi. Yazları balkonu kapma telaşındaydım, kışları kalorifer peteğinin yanını.

Şimdi adımı atsam bu şehirde evimden dışarı; o “benim” dediğim yerler hala ayakta duruyorlar mı bilemiyorum. Ne zaman yolum düşse oralara “devren kiralık” bir devre denk geliyorum. Mekanlarla insanların benzerliğine bir kez daha şaşıyorum.

Burada, şehir dediğimiz koca bir “alış-veriş” merkezi. “Alış” malısın bu devamlı birilerinin sokağın-şehrin-ülkenin atmosferine “veriş” tirmesine... Kendine lazer hızıyla çoğaltılmış, kökü kuruyası bir alış-veriş merkezi bulmalısın. Oradaki zincir cafelerden birine oturmalı, ince belli bardakta çay ya da türk kahvesi yerine bir “latte” söylemelisin. Garson elindeki alete tık tık tık yapmalı. Masanda arkasını karalayacak bir adisyon olmamalı böylece.

Böyle yerlerde elinde bir kitapla, yalnız oturmaya kalkmazsan iyi edersin. Böylece yer tutmazsın. Hem böylece,"sen gitsen de şu bekleyenleri alsak" bakışlarına maruz kalmazsın. Karşı masada oturan, seni bir daha görmeyeceğinden emin, aç gözlü bakışlarla ne giydiğini süzmekte olan, “ortanın üstü” gelir seviyesine mensup, kadından da kurtulursun böylece. Sen iyisi mi bir alış-veriş merkezine git! Dükkanları gez. Mutlaka bişey al. Bu sayede kendi kendine kaldığını san! Yalnız başına zaman geçirdiğini zannet! Oturup gece vakti bir de yazı yazarsın belki, yalnız başına küçücük bir kafede oturup, nasıl da keyif aldığını hatırlarsan!

Hadi ordan Ad Sense


Google'ın adıma ve adresime bir zarf göndermesi ile pek bir gaza gelmiştim. Ad Sense üyesi olun parayı kırın. kıralım anasını satıyım. Ulen 3-5 eşin dostun arada bir kliklediği, 3-5 gizliden hayatımı takip etmeyi sevenin okuduğu, 3-5 blog kardeşi ile giden kıçıkırık blogun nesine Ad Sense ekliyon? diye sorarlar adama.

Hatta sordular. Bizzat Google sordu. Hayır bi de Google abimizin fırçasını yedim. Yor sayt iz not suitibıl, pliiiz çek webmastır ruuuls. Oldu canım!

Ben de o koca götlü hatun resimlerinin, Seda Sayanların pörtleyiverdiği karelerin blogumda peydah olmasından hiç hazzetmemiştim zate. Sildim!