27 Aralık 2010

To whom it may concern...


If I talk real slowly
If I try real hard
To make my point dear,
That you have my heart.

Here I go.
I'll tell you,
what you already know.
If you love me, with all of your heart.
If you love me, I'll make you a star in my universe.
you'll never have to go to work.
you'll spend everyday, shining your light my way.

If I talk real slowly
If I hold your hand
If you look real closely my love,
you might understand.

Here I go
I'll tell you,
what you already know.
If you love me, with all that you are.
If you love me I'll make you a star in my universe
you'll never have to go to work.
you'll spend everyday, shining your light my way.

Here I go
I'll tell you,
what you already know.
If you love me, with all of your heart.
If you love me, I'll make you a star in my universe.
you'll never have to go to work.
you'll spend everyday, shining your light my way.

24 Aralık 2010

Bardak dolu mu boş mu?

Bu sabah menüsküs ağrısından bir denize dalarak uyandım. Yorganı elimle itekledim. Ayağımı yere basar basmaz, bu şekilde araba kullanamayacağıma kanaat getirdim. Soner'i aradım. O götürdü, getirdi sağolsun. Bardağın yarısı boş, yarısı dolu!

Hatice'yi aradım. Devrilen servisten sağ salim ve de güzel bir sürprizle çıkmış. Sesi iyi gelmiyordu. "Sesin kötü geliyor." demedim. "Az geliyor." dedim. "Boyunluk var, yatıyorum evde, telefon az çekiyordur." dedi. İlaç alamıyormuş yalnız. "Bir şeye ihtiyacın olursa..." diye tembihledi. Bu hafta mutlkaya Hatice'yi görmeli dedim kendi kendime. Düşündüm. Bardağın yarısı dolu, yarısı boş!

Hediyeleştik iş yerinde bugün. Herkes hevesle verdi hediyesini, herkes hevesle aldı. Güldük.Yeni bir yıla girmenin heyecanı, yeni başlangıçlar... "Bir sene daha yaşlandık, sen kaç oldun?" konuşmaları... Bardağın yarısı boş, yarısı dolu!

İçimde böyle bıt bıt bıt konuşan, sürekli olumlu cümleler kuran, sesi sıcak bir şey var. Bardağın dolu tarafını işaret edip duruyor. Ben de inanıyorum onun söylediklerine. Mesela kahve fincanımda sevinçten havalara uçmuş iki kişi gördüm bugün. Yol görmedim! Bardak dolu, bardak dolu, bardak dolu...

Sözde oturup akıllı uslu makaleleri okuyacaktım bu gece, bana da bakın! Belki daha sonra...

Dolapta günlerdir duran tek birayı çıkardım. Dilek Teyze'nin diktiği, topladığı, Emine Teyze'nin çantanın kenarına sıkıştırdığı, annemin kavurduğu fıstığı aldım yanına. Şişeye bakıyorum. Yarısı dolu, yarısı boş!

Belki onuncudur aynı şarkıyı çalıyorum. Gerçekten bardağın yarısı dolu yarısı boş. Matematiksel olarak da... Bense bardağın dolu yarısını görmek için can atıyorum. Geri yarısını düşünmek bile istemiyorum!

20 Aralık 2010

2011'den dilediklerim!

2011 yılı için Pino'nun hazırladığı listeyi doldurdum. Bir nefeste buldum 10 dileği. 11. dileğim de daha çok blog yazmak olsun!

16 Aralık 2010

Bir Mango Kadını Olamadııım!

Mango dediğin aslında bir meyve adı. Ancak amcalar nasıl bir marka yarattılarsa bu meyve adından, dünyanın her yerinde var kardeşim. Her sezon envayi çeşit model çıkarıyorlar. Rengarenk... Hakkını yemeyelim güzel ürünleri oluyor. Ancak ben ne zaman Mango'ya gitsem aynı his kaplıyor içimi. Ben bu kadar hızlı değişen bir modanın adamı değilim!

Bir kere kapısında "SALE" yazdım mı zaten tamam. Sanırısın içeride I. inönü meydan muharebesi oluyor. Aynı kazağın iki ucundan tutan iki kadından biri olmak bana göre değil. Temkinli davranıyorum. Kazağın ucuna bakıyorum önce. Eğer kazağın ucunda biri varsa, hiç zorlamıyorum. Bir kazak uğruna, tırnak izi yarası sahibi olmak pek de istediğim bir durum değil.

Ben alış-veriş yaparken "bu ürün bu kadar eder mi?" diye hep düşünürüm. Yani ne bileyim, modeli süper ama kumaşı beş para etmez bir şey çok pahalıysa anca gider mesela... Ama öyle bir güruh var ki, kucak kucak giysi ile kabinlere, oradan da kasaya yollanabiliyor. "Bu ürün bu kadar etmez kardeşim!" hesabını hiç yapmıyor bu tipler. O fiyata o malı satabilen Mangoya, Kiviye, Avokadoya gün doğuyor. Benim gibi hesap yapanlara da allah kolaylık versin. Hesapla dur!

Bir de alış-veriş ettiği yerde ilgi görmek istiyor insan. Hallaç pamuğu gibi atılmış raflarda 38 beden aramak, bulduğun 38 beden giysinin, bir giysiden ziyade buruşturulmuş bir sümüklü mendile benzemesi irite ediyor beni. Hele o çalışanlar, kulaklarında telsizlerle gezen  tipler... Sanırsın 007 James Bond. Hey James bu kazağın başka bedeni var mı? Alo 35486AB cevap ver. Ne yazık ki efendim kalmamış. Size de bu S olmaz zaten. Bir insan irisi olma durumu var. Onu biliyoruz. Başka bedeni sorduk. Tey Allahım, sen beni bu 007'lerden koru.

Cinlik yapıp, madem sen sevmiyon bu Mango'yu, Mungo'yu diye düşünmeyin. Ben de kadınım. Seviyorum öyle ciciyi miciyi. En son bir kırmızı kazak aldım kendime. Kırmızı kazak bende kaç senelik hikaye. Bir de ne zaman aldığım bir ürünün insanın ensesini kaşındıran etiketine baksam; ya "casual" yazıyor ya "essential". Herifler etiketten, "çözdük seni ey müşteri!" mesajını veriyor. Lazım olanı alan sıradan insan!

Bir de marka, mağaza bağımsız olarak düşündüğüm bir konu var. Daha önce tekstil sektörü ile ilgili bir projede çalştım. Üretim yapılan yerleri gördüm. Yüzlerce insan makina gürültüleri arasında, belli sürelerde sigara içme, çay molası verebildikleri zorlu fabrika koşullarında çalışıyorlar. Türkiye, Bangladesh, Çin gibi ülkelerde böyle, belkide burada anlatabildiğimden daha da kötü ne fabrikalar var. Bu fabrikalar, Marks&spencer, H&M, Mango, Zara gibi uluslararası firmalara üretim yapıyorlar. Ucuzdan satın alınan emek, dünyanın her yerindeki mağazalarda, ucuz beğeniler için, pahalıya satılıyor. Devasa alışveriş merkezlerindeki mağaza çalışanları günün 12 saati, akşam 22'lere hatta 24'lere değin satış yapabilmek için helak oluyorlar. Bazen düşünüyorum da biz hiç almasak, bu döngü bir yerden kırılır mı acaba?

Ali, Veli, Hasan Amca'nın çalıştırdığı dükkan konsepti, butik konsepti, terzi konsepti... Nesli tükenen hayvanları sayıyorum sanki... Yabancıların "mass consumption" dediği, yerlilerin ne dediğini bilmiyorum, bu hır gür, bu ortam, öğütüyor insanları.

Sözlerimi bir dörtlük ile sonlandırmak istiyorum:
Kafa dağıtmak için gidilecek tek yer alışveriş merkezi olduğundan olacak, yolum düştü Mango'lara.
Ankara dar geldi AVM koridorlarına sığamadım.
Yerli yersiz hep düşündüğümden olacak,
Çok arzu ettim, bir Mango kadını olamadım.

13 Aralık 2010

Beklenen film vizyonda: Askerlik

Sevgili günlük,
Bugün canım sevgilimi askere gönderdim. Daha iki gün önce öğrendik Canım'ın acemi birliği için nereye gideceğini, meslek kurası çekip çekmediğini... Ülkenin hangi köşesine gideceğini, gitmeden 2 gün evvel öğrenmek mantıklı bir iş değil. Bu işte mantık arama! Arama! Gecenin bir vaktinde açıklıyorlar sonuçları. Buna rağmen sistem kilit oluyor. Ekranda sonucu ilk gören sevgilimdi. Asker alma dairesinin sayfasında açılan resmi duyuruyu görünce, sevinçten güller açmadı tabi sevgilimin yüzünde. Onun yüz ifadesiyle birlikte benim içim de cızzz etti. Ben de öyle bir süre baktım ekrana. Sonra, sanırım olayın ciddiyeti bir anda kafama dank mı etti nedir, hüngür hüngür ağlamaya başladım. Uykum kaçtı. Bir bira içtim. (Tabii, her zaman olduğu gibi, bir Efes'in dibini göremedim.) Ertesi gün kurbağa gibi şişmiş gözler ve bozuk bir moralle işe gittim. Bir gün daha geçti...
 
Cumartesi sabahı 20 cm kalınlığında bir karla örtülmüştü penceredeki manzara. Görev beklemez, kısaca "yeşil don alımı harekatı" diye isimlendirilebilecek şekilde, Canım'ın orada ihtiyaç duyabileceği eşyaları almamız gerekiyordu. İnsan sürece müdahil olamayınca, orada nasıl bir ortam olduğunu her ne kadar hayal etse de, kendi yaşamadığı için, bir değişik ruh haline kapılıyor. Oysa askeriyede aşağı yukarı 1,5 yıl kadar çalıştım. Bizzat subaylarla. Tanka binmişliğim var. Helikopter simulasyonu ile hedef vurmuşluğum var. Rütbeleri ezbere biliyorum. Terhis süresini hesaplayan eğitimin senaryosunu yazdım. İç güvenlik harekatı kitapları okudum. Ben daha kıdemli asker sayılırım. Ama gel gör ki; istersen orgeneral ol, kazın ayağı pek de öyle değil. Sanki, sevgilimin çantasında bir çengelli iğne eksik olsa, dünyanın sonu gelecek... Bu ruh hali ile menüsküs ağrım dizimdeki mevzisinede konuşlandı. Bir cumartesi günü, Ankara kara bürünmüşken, ben penguen gibi yalpalarken, gerekenler listesini tamaladık sevgilimle birlikte.


Pazar günü Umut ve Rabia ile birlikte götürüp bıraktık kocacığımı kışlasına. İyi ki geldiler bizimle. Ortalık hakikaten "kış" la! Bir de en son ev taşıdığımız kış böyle yağmıştı. Tam "öksüz oğlan hırsızlığa çıkmış, ay akşamdan doğmuş" durumu. Mantığı duygularına galip gelebilen bir boğa burcu kadınına yaraşır biçimde ağlamadım, sızlamadım kışlanın kapısında. Yolda Umut aynadan göz ucuyla ağlayıp ağlamadığımı kontrol etti, sordu. Gülerek uğurladım sevgilimi. İnsanın böyle zamanlarda kafası durmuyor; daha bir fazla düşünüyor. Ya da bana öyle oluyor bilemiyorum. Durmadan, en iyisi, en hayırlısı olsun diye düşünüyorum, diliyorum. 

Dün gece yazmaya baladığım yazı, bu gece de sürdü. Buraya kadar geldi. Az önce pencereden  baktım. Kar da yağmaya devam ediyor. Bu yıl kar yağmasını hiç sevmedim ben. Zaman çabucak geçsin. Gelsin sevgilim. Sağ salim, bütün diğer askerler için de dilediğim gibi...