28 Nisan 2006
Ayva çiçeği
Bahar gelip geçiyor. Gerçi ben her Nisanda yaşamın takip edebildiğimden daha hızlı aktığını duyumsarım ama bu Nisan hız sınırını aşmışım gibi hissediyorum. İşte tam bu noktada, bugün bir kez daha anımsadığımız boğa burcu kadınına ilişkin ekşi sözlük yorumuna referans veriyorum:
(Derya Sayın'ın eskilerden bir karikatürü vardı; çocukla babası mezarlıktalar, ancak herkesin mezar taşında burçları yazıyor... onlar boğa yükselen boğa'nın önündeler:
" yaa işte böyle oğlum, annen tam bir boğaydı.. güçlüydü, zekiydi... hepimizi çekip çevirirdi.. ama boğalar da herkes gibi bir gün toprak oluyorlar")
Bu yaşamı kontrol altında tutma düşkünlüğü bizim neslin maruz kaldığı aşırı radyoaktiviteen kaynaklanan bir hastalık sanki. Satın alma, elde etme çabasıyla içi içe yoğrulmuş zehirli bir harç. İşin kötüsü hamurumuzda bu harçtan bol miktarda bulunmakta. Bu nedenle çoğu kez bir kabullenme sorunu yaşamaktayız. Hayatımız hızlı donan bir harçtan mamul de sanki; biz yutamadan boğazımızda kalıveriyor ansızın.
Hayatın böyle harala gürele, kavga döğüş içinde, vahşiden de vahşice akmadığı; keşmekeşten uzak dünyalar da var şu koca-minik evrende. Mezarlıkları üst üste yığan şehirler olmaktan çok uzak yerler de var. Mezarlıkların bahçelerdeki mısırlar, çaylar arasında sadelikle yer aldığı yerler... Hamurun değirmende öğütülmüş unla yoğrulduğu, ateşte ağır ağıır piştiği yerler.
Ben bu bahar, ömrümün bundan önceki kısmının yaşandığı yerde, bambaşka bir telaşın oyuncağı olup, bahçemdeki ağaçların resimlerini çekiyorum. Bir dahaki yaz aynı yerde olmayabileceklerini düşünerek biraz... Resimleri çabucak çekip, çabucak gösteren bir makine tutuyorum elimde. Ayva çiçeklerini fotograflıyorum. Hızla açıp hızla sönecekler çünkü. Ve sonra elimizdeki çağlalardan birini bile yiyemeden; yaz gelecek...
24 Nisan 2006
Kedi ve Çamaşırlar
Karşıdaki komidinin altında gizli bir çekmece var. Ben gidince onu aç. İçine namusumu koydum. Zahmet olmazsa en yakın kıyıdan denize atarsın. Taşımak ağır gelirse çekinme önce tükür sonra tuvalete at. Nasıl olsa bir sifonu çeken bulunur. Denize öyle ya da böyle ulaşır o.
Sana pek fazla şey bırakmıyorum. Çekmecedeki çamaşırların tümü kirli. Sen o dantelli iç çamaşırlarının zerafetine bakma. Eve yayılan dayanılmaz konun sebebi elinde tuttuğun o çamaşırın ta kendisi. Ha bir de aç evin tok kedisi var, ne yapıp edip hep beslediğim. Çamaşırları da kediyi de at sokağa gitsin. Henüz evcillik masalına kapılmamış ender hayvanım bi yolunu bulur; hayatına devam eder. Boşuna adını “Amazon” koymadık. Çamşırlarıysa bir kaç saat sonra sokakta oynayan çocukların ellerinde görürsün şaşırma. Çamaşırcı analarına götürürlerse biri yıkar giyer.
Gerçi benim varlığımda kedimi onlarca kez öldürmeye çalıştın, biliyorum. Yine de onu azad et! Eceli olma!
Sahip olduğum iki biblodan biri sendin, öteki sehbanın üzerinde duruyordu. Onu da kedimin başına fırlatıp sen kırdın. Yetenekli sevgilim her zaman yaptığın gibi bir taşla iki kuş vurdun.
Gidenlerin arkalarında mektup bırakmaları adettendir. Bu garip geleneği bozmamak için yazdım tüm bunları. Oysa aklımda başka sorular var. Şimdi nerdedir dersin taşlanarak ölmüş kadınların ruhları? Etrafımızı bunca bencil; çıldırmak üzreyim kimsenin aklından geçmiyor mu bu maskeli şehri bir tek kibritle yakmak?
Haberin olsun geceleri bir yerlerde çıkıp dans ediyorum. Öğleden sonraları bir sergi salonu geziyorum. Sabahları biraz mahmur biraz sinirli uyanıyorum. Anlayacağın kaç zamandır kimseyle sevişmiyorum. Bana bi gün gelmek istersen yeni adresimi henüz ben de bilmiyorum. Ama sana şöyle söyleyeyim: gideceğim yerde kadınların hepsi dantelli iç çamaşırları giyiyorlar ve kendileri aç olsa bile kedilerini hep besliyorlar.
"Yukarıda yer alan metin fi tarihinde yazılmış olup, yazıda geçen kişi ve olayların gerçekle hiçbir ilişkisi yoktur. Metnin yazınsal olarak bir değeri var mıdır yok mudur? Bu bir muammadır. Blog sahibi yazıyı bu köşeye yerleştirmiş olmaktan mutludur. Hepsi budur!"
18 Nisan 2006
Allahın çok insanın kıt olduğu yer
Henüz kaç yaşındaydı kim bilir üzerinden at arabasının tekerlekleri geçtiğinde. Şükür ki yaşamıştı. Şükür ki, hayatta kalmıştı köy yerinde. Bu olayın senelerce anne olmaya hasret kalmasıyla sonuçlanacağını kimsecikler bilmiyordu o zamanlar. Kürt Hasan’la evlenen Fahriye’nin üzerine bu sebepten kuma geleceğini de bilmiyordu kimseler.
Fahriye bugün 70 yaşında “Allahın çok insanın kıt olduğu yerden geliyorum!” demiş kendini muayene eden doktora. Doğru! 10 yıl kadar önce yaşadığı köyde dokuz hane vardı. Bugün dört tane. Söğütçü Dede, ki yaşadıkları köyün adı da Söğütçü, o zaman sağlıklı idi şimdi felçli. En az onun kadar bakıma muhtaç Fahriye bakıyor Söğütçü Dede’ye. Senelerce önce nasıl olsa çocuğu olmuyor diyerek evlenmişti Söğütçü Fahriye ile. Ve Allah bir kız çocuğu “verivermişti” de Söğütçü bir türlü sevememişti kızı.
Yıllara yayılan uzun, zorlu bir öykü. Kemalettin Tuğcu romanı tadında. Ya da belki acısında mı demeli. Ses yok, seda yok, insan yok. Ekmek desen pişecek. Soba desen yanacak. Su desen ağacın kovuğundan akacak. Kış olunca yollar kapanacak. Hatta domuzlar inecek köye. Toprak desen çalışmak ister; Söğütçü desen hasta yatağında... Fahriye’nin elleri çarığa dömüş kimin umrunda.
70 yaşındaki Fahriye, 39 yıl sanra ilk kez geçtiği Kurtuluş’u Tandoğan’ı ilk görüşte tanımış. “Sen ne çok çalışmışsın be teyzem.”diyen doktora nispet yaparcasına yanakları kırmızı elmalar.(Benimkiler de benziyor onunkilere laf aramızda.)
Bu akşam yemeğini Fahriye ile yedik. Dişleri olmadığından biraz zorlansa da; kayısı hoşafını pek bir beğendi. Yüzünde koca bir gülümseme vardı. Ayrılırken gözlerinde yaş. Daha otuzlu yaşlarında veremden ölen ablasının torunlarının elinden bir bardak su içmekten memnundu. İçtenlikle kucakladı hepimizi. “Söğütçü” dedi. "bekler beni!" Yaşama olan bağlarının sıkkılığını ispatlarcasına tembihledi yeğenini: “İçme şu sigara denen zıkkımı artık, e mi?”
Acıya,tasaya,hüzne,yokluğa, durmaksızın çalışmaya rağmen yüzünde gülümseme ile yaşama bakabilen bir neslin insanı olarak düşüncelere salıp beni, gitti. Bir daha görür müyüm? Bilmem! Belki de sadece derim ki: "Fahriye benim büyük teyzemdi."
Fahriye bugün 70 yaşında “Allahın çok insanın kıt olduğu yerden geliyorum!” demiş kendini muayene eden doktora. Doğru! 10 yıl kadar önce yaşadığı köyde dokuz hane vardı. Bugün dört tane. Söğütçü Dede, ki yaşadıkları köyün adı da Söğütçü, o zaman sağlıklı idi şimdi felçli. En az onun kadar bakıma muhtaç Fahriye bakıyor Söğütçü Dede’ye. Senelerce önce nasıl olsa çocuğu olmuyor diyerek evlenmişti Söğütçü Fahriye ile. Ve Allah bir kız çocuğu “verivermişti” de Söğütçü bir türlü sevememişti kızı.
Yıllara yayılan uzun, zorlu bir öykü. Kemalettin Tuğcu romanı tadında. Ya da belki acısında mı demeli. Ses yok, seda yok, insan yok. Ekmek desen pişecek. Soba desen yanacak. Su desen ağacın kovuğundan akacak. Kış olunca yollar kapanacak. Hatta domuzlar inecek köye. Toprak desen çalışmak ister; Söğütçü desen hasta yatağında... Fahriye’nin elleri çarığa dömüş kimin umrunda.
70 yaşındaki Fahriye, 39 yıl sanra ilk kez geçtiği Kurtuluş’u Tandoğan’ı ilk görüşte tanımış. “Sen ne çok çalışmışsın be teyzem.”diyen doktora nispet yaparcasına yanakları kırmızı elmalar.(Benimkiler de benziyor onunkilere laf aramızda.)
Bu akşam yemeğini Fahriye ile yedik. Dişleri olmadığından biraz zorlansa da; kayısı hoşafını pek bir beğendi. Yüzünde koca bir gülümseme vardı. Ayrılırken gözlerinde yaş. Daha otuzlu yaşlarında veremden ölen ablasının torunlarının elinden bir bardak su içmekten memnundu. İçtenlikle kucakladı hepimizi. “Söğütçü” dedi. "bekler beni!" Yaşama olan bağlarının sıkkılığını ispatlarcasına tembihledi yeğenini: “İçme şu sigara denen zıkkımı artık, e mi?”
Acıya,tasaya,hüzne,yokluğa, durmaksızın çalışmaya rağmen yüzünde gülümseme ile yaşama bakabilen bir neslin insanı olarak düşüncelere salıp beni, gitti. Bir daha görür müyüm? Bilmem! Belki de sadece derim ki: "Fahriye benim büyük teyzemdi."
14 Nisan 2006
Bahara açılan kapılar
Dedim ya; "Siz bir de bahçemde vişneler açsın, o zaman görün!" diye. Vişneler açtı. Hava kararmadan eve gelmek pek mümkün olmayınca; geçen sabah fotograf makinemi elime alıp, öyle çıktım evden. Önce, sabah ışığında vişnenin çiçeklerini fotografladım. Bir dahaki bahara vişne ağaçları yerli yerinde olmayabilir. Ben de olmayabilirim. Hem söylesenize; ne kaldı geriye çocukluğumun kocamaaan bahçelerinden? Nerede hani altında oyunlar oynadığım can eriği? Nerede çağlalarını topladığım zerdaliler? Arasına uzanıp evcilik oynadığım bahçeler nerdeler?
Bahçeleri, baharı fotograf makinelerinden medet umarak saklamaya çalışmak beyhude bir çaba belki. Olsun! Günümüzü ellerine teslim ettiğimiz onca beyhude işin arasında lafı bile edilmez.
Uzun etmeye gerek yok! Bu sabah aydınlıktı, önce bulutlandı,sonra yağdı. Bugün ben de bir o kadar parçalı bulutlu; gök gürültülüydüm ne yalan söylemeli. Evime yürürken ıslandım biraz. Torbamdaki elmalar ıslandı. Süt şişeleri ağlamaklı oldu. Her akşamki gibi lacivert boyalı demir kapının önünde başımı kaldırıp göğe baktım. Bir derin nefes aldım. Yağmurun ıslattığı bahçeleri önce kendi belleğime sakladım, sonra belgelerin şuursuzluğuna. İşte burdalar. Bakın! Ve tam da işte o çiçeğe durmuş vişnelerin altından bahara kapılar açtım:
10 Nisan 2006
Yanılsamalar....
Kitabı sevdim. Roman içinde roman tadı yaşattı. Bazı bazı film izler gibi hissettirdi. Bunun yanı sıra zamana ve insanlara dair değişik hislere gark olmama neden oldu. Cahteaubriand'ın aşağıdaki sözü ile ilk sayfadan darbeyi vurdu:
"İnsanın bir tek ve hep aynı yaşamı yoktur. Peş peşe eklenen bir çok yaşamı vardır ve çektiği acıların nedeni de budur."
"Hesabıma göre Frieda Spelling'in yetmişdokuz yaşında olması gerekiyordu. Alma'nın onu tanımlarken anlattıklarını dinlerken atmaca gibi bir kadın canlandırmıştım gözümde: lafını sakınmayan, korkutan bir kadın, gerçek ötesi bir tip; oysa o akşam gelip yanımıza oturan kadın sakin, yumuşak, neredeyse çekingen biriydi. Ne dudağında boya, ne yüzünde makyaj vardı, ne de saçına başına çeki düzen verilnmişti; ama yine de kadınsıydı, yalın, cismani olmayan bir tarzda yine de güzeldi. Ona bakarken, aklı maddeye üstün gelen nadir insanlardan biri olduğunu hissetmeye başladım. Zaman bu insanlardan birşey alıp götürmez, yaşlanırlar ama kim oldukları değişmez, hayatta kaldıkça kendilerini daha da eksiksiz olarak ve acımasıza yeniden yaratırlar."*
(* Paul AUSTER yanılsamalar kitabı, sf 221)
05 Nisan 2006
Aşkolsun! Bi kekimi internete koymadın!
Anacığım, benim fırında makarnanın internette yerini almasından sonra, ne pişirse fotografını çekip internete koymak arzusunda. "Aşkolsun! Bi kekimi internete koymadın!" demek suretiyle resti çekti az evvel. Doğruca koridoru aşıp bilgisayarın başına oturdum ben de. Ne yapayım? Emir büyük yerden! Kek de kek hani. Ben ne yapsam ne etsem onun yaptıkları kadar güzel kabarmıyor. Anacığım kekini internete koydum. Tarifi de sen ekle de artık; sanal alemler bu lezzetten mahrum kalmasın!
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)