03 Ocak 2006

Bir hey hey vakti!

Bu yazı 29/10/2001 tarihinde yazılmış. İnsanlara, sözlerine, edimlerine kızdığım heyheylendiğim, ne yapacağımı bilmediğim günlerde karalanmış bir yazı işte... Birbirimizin yaşamlarını kendi pencerelerimizden uzattığımız zehirli sarmaşıklarla sarıp sarmalayışımıza bir ithaf belki! Sevgi ve şevkat ihtiyacımızın alet edilişine gösterdiğim bir başkaldırı... Bütün bunları elmalı mandalinalı bir söylemle ifade etmiş olmam şimdi gülümsetiyor beni. Bu satırları bir tarihte canım arkadaşım Özge'yle de paylaşmıştık. Kulakları çınlasın!



Sanırm kimileri “elmanın öte yarısı” nı arıyor. Biz kadınlar böyleyiz. Yaşamımız elmanın öte yarısını aramakla geçiyor- oturduğumuz semtteki bütün manavların yerini biliyorum ben bu yüzden-. Ne zaman bir ilişkiye başlasak telli duvaklı gelinliklerin gümüş çerçeve içerisinde komidinin üzerine; parfüm şişelerinin tam da yanına konmuş bir fotografı geliyor gözümüzün önüne.
Bu belki bir güven, bir tutunacak dal arayışı. Aradığın insanı bulmak sığınacak bir liman, sıcacık bir omuz başı ne bileyim işte sevgi, şevkat, huzur... Bütün bunları bir arada bulabileceğini sanarak kendini kandıran bir umut, bir yaşama tutunma çabası.
Oysa biz kadınlar birer kazanovayız. Her limanda bize el sallayan bir sevgili bırakmak bizim de hoşumuza gidiyor aslında. Kabarık etekli, sarışın, genç ve güzel kadınların filmlerdeki sahnelerini gerçek hayatta yaşama fantazisi bizimki. Gemi limandan ayrılırken suya bırakılan ipek bir mendil.
Limanda bıraktıklarımızı yaşadıklarımızı asla unutmadan öteki limanda “aranan insan”ı bulmak umudu içimizi yakarken, çekip gidiyoruz başka limanlara.
Sonra şartların sürüklediği limanda diğerlerinin, toplumun, herkesin, konu-komşunun; onayladığı, sevdiği, beğendiği, kıskandığı, içten içe nefret ettiği birini takıp kolumuza, giriveriyoruz o küçük gümüş çerçevenin içine. Yerimiz parfüm şişesini yanı; o da eğer varsa...
İşte bunun adı mutlu son. Soba sıcak. Ev mandalina kokulu. Kestaneler kebap. Çoluk çocuk daha ne ister insan! Konu açıldığında durum hep böyledir. Her yer günlük güneşlik; ortalık aydınlıktır. Kimse soğuktan, geceden, kopup giden ilişkilerden, unutulan arkadaşlıklardan, yanmayan sobadan, acıkmış arsız çocuklardan, etrafı kötü kokuların sardığı cehennem sıcağı yaz gecelerinden dem vurmaz. Film kimi sahneleri makaslanark gösterime girer.
Sonra bir de görünmez mahkeme vardır; saadet yuvalarının orta yerine kurulu. Mutlu sona itiraz edecek olursan derhal devreye girer. Yargıç hemen kalkıp “seni de görürüz iki sene sonra, biz böyle söyleyenleri çok gördük” deyiverir. Çileden çıkar insan, çıkar ama nafile.
Bilmiyorum! Ben de bilmiyorum. Yaşamım manav manav gezip elma alarak mı yoksa mandalina kabuklarını sobanın üzerine dizerek mi geçecek ben de bilimiyorum. Zaten elmayı oldum olası severim. Şu aralar alıp elime elmamı sokaklarda yiyorum.

Hiç yorum yok: