Siz değerli okuyucularımdan gelen yorumlardan anlıyorum ki, gezi yazılarının bölük pörçük olmasından dolayı bir rahatsızlık mevzu bahis. “Dört günde gezdiğin yerin yazısını kırk günde yazmak ne demek?” diye sorarlar adama, değil mi ama? Mümkünse sormasınlar. Bu arada yaşam hızla akmaya devam etti. O aktı ben ıslandım, Allah sizi inandırsın.
Az gittik uz gittik, Hürkuş’un sırtına bindik. Vardık Barcelona Havalimanı’na, gördük ispanyol pasaport polisini gülmekten öldük. Yahu insan sıradaki her kişiyle mi sohbet eder? “Buenos dias DiiiiDeam”. “Hola şekerim!”. Çok konuşan Akdeniz insanı modeli İspanyol milletinin temsilcisi genç pasaport polisininin sıcak karşılamasının ardından, çok sevgili ilginç kişilik tur rehberimiz Kadir’in kuyruğuna takılıp otele doğru koyulduk yola. Bu sırada turun gürültü makineleri gürültü yapmaya çoktan başlamışlardı bile.
Çıkarım 2: Tur dediğin aktivitede durum, yaş ortalaması ne olursa olsun, okul gezisinden pek de farklı olmuyor. Geç kalanlar, sürekli bıdırdanıp hiç bir şeyden memnun olmayanlar, gürültü edenler… Bu durum daha havaalanında check-in sırasında iken hissediliyor. Sürekli ve grup halinde gezen artık “tur-matik” olmuş tipler “ay biz bilmem nereye de gitmiştik, orası buradan çok daha güzeldi, de mi Aysel?” diye konuşaraktan kafanıza edebiliyor. Bunun için tur dediğin şeyi sadece uçak bileti ve konaklama için kullanmak, gitmeden önce şehre internetten çalışmak ve mümkünse eline bir navigasyon cihazı alıp kafana göre gezmek en mantıklısı.
Turu satın aldığımız acentenin beceriksizliği nedeniyle, şehir merkezindeki otelde yer bulamamıştık. Bu nedenle şehir merkezine 15 km mesafede Mollins de Rei denen yerdei aynı adlı Holiday Inn oteller zincirine bağlı bir yerde konaklayacağımızı biliyorduk. Netteki yorumlar otelin uzak ama oldukça temiz olduğunu söylüyordu. Yorumlar doğru çıktı. Otel tertemizdi hakikaten. Resimdeki odanın aynısında kaldık. Konfor konusunda bir sıkıntı yaratmadı bende. Zaten gezmekten şişen ayaklarla odaya döndüğümüzden; yorgunluktan nerde uyuduğumuzu bilecek halde olmuyorduk orası ayrı. Yalnız otelde bir konuda eksik fark ettik!
Çıkarım 3: Len bu Avrupa denen yerde taharet musluğu teknolojisi henüz icat edilmemiş, iyi mi? Hehe!
İlk akşam saat 18 sularında vardığımız otelimizden kendimizi rehberimiz, orijinal insan Kadir eşliğinde dışarı attık. Sağolsun bizi tren istasyonuna dek götürdü. Sonra Katalunya Meydanı’nda bıraktı. Sonra belirtilen saatte yine aynı yerden geri aldı. (Biz bu sırada sürüden ayrı takıldık. Görüdüğünüz gibi kurt filan da kapmadı.) “Kadir the original” elimizde her türlü tren saati ve destinasyon bilgileri, ulaşım haritası olmasına karşın, daha ilk akşam otele dönerken, trene ahali olarak binme sahnesinde, lafa karışan “bu kesin yanlış tren!” diye bağıran amcanın da biraz gazına gelerek, paniklere gark oldu. Oysa biz kocamla sanki kırk yıldır Barcelona toplu taşıma sistemini kullanıyormuşçasına rahattık. Yaşana paniğe bi anlam veremedik. Daha önce ailemizin hiç tur rehberi olmadığından ,kendisinin davranışlarına bir anlam yüklememeyi yeğledik. Barcelona’nın muhteşem şehir havasından soluklanmış olarak zevkle odamıza döndük!
Her ne kadar Avrupa’da bir yer görüp ülkesine geri dönen her Türk’ün yaptığı, “geyik” olarak adlandırılabilecek ve artık klişeleşmiş konuşmalardan sakınsam da benim Barcelona gözlemlerim de benzer klişeler içeriyor. Bu klişelerin bizim ülke olarak mehteran takımı gibi bir ileri iki geri gitmemizden kaynaklandığını düşünüyorum. İşte bu durum bizi düzgün dökülmüş asfalta hayran bırakıyor. Bazı klişeler:
- Adamlar şehri çiçek gibi yapmış abi. Sokaklar tertemiz, bal dök yala.
- Toplu taşım konusunda aşmışlar iyi mi? Bizdeki gibi tabela bulucam diye bön böne bakmaya gerek yok. Her yerde haritalar var. Broşürler var. Büssürü metroları var. Metro hatları renklere göre ayrılmış. Elinle koymuş gibi buluyosun.
- O kadar yol gördük abi, ne bir çukur ne bir yama vardı iyi mi?
Klişeleri bir yana koyacak olursak, Barcelona’nın en güzel yanı şehrin özel yönetimlerce içine edilmemiş, bilakis, korunmuş bir dokusunun olmasıydı. Ünlü mimar Gaudi’nin eserlerine hayranlık duyduğumuz kadar, o tarihi eserlerin yanına modern yapıları müthiş bir uyumla yapan anlayışa da hayranlık duyduk. Balkonlarına sadece çiçek ve bisiklet koyan ahaliyi takdir ettik. Sokaklarda “Avukat Hasan İşbilir” , “Jinekolkog Dr. Selahattin Temizeller” tabelasına benzer tabelalar aradık. Bulamadık. Şehrin içinde bir yaya olarak dolaşmanın keyfine vardık.
Kaldırımlara çıkmak için uzun atlama oynamak zorunda olmayışımıza şaşırdık. Engellilerin ve bebek arabalarının da rahatça gidebileceği dar sokaklardan yürüyüp, kafelerle bezeli meydanlara vardık. Artık meydanı bile olmayan bir şehirde, üstelik başkentte yaşayan bireyler olarak, bir yandan Barcelona’ya gıpta ederken, her geçen gün daha da içine edilen şehirlerimize yandık.
Ertesi gün tur kapsamında olan tek gezi olan, şehir gezisini yaptık. Otobüsle yarım günde yapılan bu gezi esnasında rehberimiz Gaudi’nin ünlü eserleri hakkında “bence o kadar da bişey yok, girmeye pek gerek yok!” diyecek kadar nezih! açıklamalarda bulundu. Len sen bunu söyleyeceğine şurda yenir, şurda içilir, şuraları görün desene!
Bu şehir turunda şehrin önemli yerlerini (Sagra da Familia, Casa Mila, Casa Battlo) şöööyle bir otobüs içinden gördükten sonra; yine Gaudi’nin bir eseri olan Park Guell’de inip dolaştık. Zaten mozaik sanatına hayranlıktan gebermekte olan bendeniz, Antakya’daki antik dönem mozaiklerden sonra, modern tarzda yapılmış mozaiklere park Guell’de dokunup, hayranlık duydum. Gaudi Usta’nın elini öpmek istedim. “Helal olsun!” demek istedim. Turist kalabalığından neredeyse yıkılan park, Barcelona’da giriş ücreti ödemeden gezebileceğiniz tek yer. Adamlar her şeyi turistik olarak organize etmişler. İspanya’ya senede 50 milyona yakın turist geliyormuş zaten.
Çıkarım 4: Taharet musluğu teknolojisini henüz icat edememişler ama turizm konusunda kendilerini aşmışlar. İstanbul’daki kadar tarihi eser onlarda olsa senede 50 değil 150 milyon turisti ağırlarlar. Antakya’daki kadar mozaik onlarda olsa, bütün şehrin yerlerini mozaik yapıp, şehri turistten yıkılacak hale getirirlerdi herhalde!
Aynı gün öğleden sonra benim de görülecek yerler listemde bulunan akvaryuma gittik . (Giriş 17 euro) Dünyadaki her denizin farklı akvaryumlarda sergilendiği etkileyici bir yerdi. Dalışı özlediğimi duyumsadım. Pek çok balığı ilk kez bu kadar yakından gördüğümüz bu yerde sanırım en çok ilk kez gördüğümüz “Picasso balığı”na bayıldık.
Pek çok başka yeri daha gezdik. Yağmur hemen hemen her gün yağdı. Yılmadık. Şemsiye ile gezdik. Yağmurlukla gezdik. Kocacığımla metro haritasının uzmanı, Barcelona’nın hastası olduk.
İklimsel koşulları nedeniyle toprağında zeytin ağacının yanı sıra sağlam ressam da yetişen bu yerde, Picasso, Dali ve Miro’nun müzeleri yer alıyor. Miro müzesine sıra gelmedi. Picasso müzesini gezdik. Burada ressamın erken dönem eserlerini ve resim sanatındaki nasıl yol kat ettiğini gördük.
Dali müzesi ise apayrı bir blog konusu... Yaratıcılığın ve çılgınlığın sınırlarında gezinen ressamın kendi elleriyle oluşturduğu ve bir dönem de yaşadığı Figueras’daki müzesi tek kelimeyle müthişti. Buraya tur şirketinin organize ettiği ekstra tur ile gittik. Barcelona’dan 1 kaç saat mesafedeydi. Orijinal karakter Kadir yerine bu gezide bize diğer otelin tur rehberi bir hanım eşlik etti. Daha müzeye varmadan tabloları ve bilimum hikâyelerini bir sanat tarihi dersi şeklinde güzel güzel anlattı. Biz de sevgili rehberimiz Kadir’in nezih! Yorumlarını anıp kulaklarını çınlattık.
Çıkarım 5: Anlaşılan o ki, tur şirketleri turun kendisinden elde edemedikleri kârı , ekstra gezilerden elde ediyorlar. 10 Euro’ya izlenebilecek flamenkoyu 50 euroya satıyorlar. Müze gezilerinindede benzer şekilde fahiş fiyat uygulamaları var. Tek olumlu tarafı girişte sıra beklemiyorsunuz. Grup bileti ile ayrı bir kapıdan giriş yapabiliyorsunuz. Dört kişilik kafa dengi bir arkadaş grubuyla yurtdışına gidip, çevredeki yerleri araba kiralayarak gezmek en makûlü gibi görünüyor. Bu hem kazıklanmaktan, hem de çevredeki gereksiz insan kalabalığından sizi kurtarabilecek bir hareket olabilir.
Pek sevgili rehberimizin en güzel hareketi, bize açık büfe deniz ürünleri sunan bir yerde akşam yemeği organize etmesi oldu. Sanırım oldukça ünlü bir yerdi ve tıpkı bizim kebapçılarımızda olduğu gibi kapısında ünlü futbolcuların resimleri asılıydı. Tabi Barcelona’lı futbolcular. Açık büfede, aklınıza gelebilecek her tür deniz ürününün satıldığı “la boucherie” da yer alan her tür deniz ürününün pişmişi vardı. Arada çiği de vardı. Onu da yedim . Bu açık büfenin üstüne ızgara balık, tavuk ve bufalo etinden oluşan bir başka menü ve onun üstüne de tatlı geldi. Hatta bi de üstüne kahve geldi. Vallahi süperdi.
Ha bir de unutmadan Camp Nou'yu da gördük. Maç ssatine denk geldiğimizden stadı ve müzeyi gezmek yerine maçın atmosferinden nasibimizi aldık. Canım sevgilim daha yolda stada doğru giderken bile çocuklar gibi şendi. Sırf bunun için bile stada gitmeye değdi.
Bu kadar uzun bir blog yazısını bu noktaya kadar okumuş olan sabırlı okur. Yazmayı unuttuğum başka şeyler tabi ki vardır. Artık sabrını daha fazla zorlamadan bitiriyorum ve diyorum ki:
Gez dünya'yı gör Barcelona'yı!