29 Aralık 2006
Mutlu yıllar- iyi bayramlar
Daha önce de söylemiştim ya. Birisi hızlı ileri sarma (forward) düğmesine bastı sanki. İşte bir yıl daha bitiyor. Sürekli salınmakta olan sarkaç bir "güzele/mutluya" bir "acıya/zora" vuruyor. sanırım buna da yaşam deniyor.
Bayramları çocukken seviyordum. Artık kendilerinden çokça haz etmiyorum. Büyükleri kaybettik, çocukluğumuzu da... Bu yüzden sanırım hüzünleniyorum bayramlarda.Yeni yıllar derseniz; onlar da ayrı alem. Ama yine de bu yeni yıllarla ilgili çok sevdiğim birşey var. O da hediye almak ve hediye vermek.(Bu yeni yılda şansım tuzlu- biberlikten açıldı. Hadi hayırlısı!) Yukarıdaki resimse 2. sınıflardan bir prensesin bana hediye olarak hazırladığı bir sunumdan alıntı. Bu mesleği yaparken eldeedebileceğiniz hazzın resmidir kendisi.
Herkese mutlu bir yıl ve mutlu bayramlar!
27 Aralık 2006
8 FEMMES (8 kadın)
Bir malikhane... Ölen bir adam ve sekiz kadın. Adamın afet karısı, sakat kayınvalidesi, hat safhada arızalı baldızı, birbirinden orijinal iki kızı, eski striptizci kız kardeşi, evin sadık dadısı ve güzeller güzeli hizmetçisi … Bu adamı bu sekiz kadından hangisi öldürdü sorusuna, Agahta Christie usulü bir cevap ararken aynı zamanda tiyatro oyunu kokusuyla arz-ı endam eden bir film. Elbiseleri, fransız hanımefendisi tavırlarıyla hepsi birbirinden ilginç 8 kadın karakter ve onların entrikaları üzerine kurulu filmi izledik. Güzel kadınları ismen tanımak benim görevim olmadığından konu üzerine bilgi sahibi olanlardan sordum; öğrendim. Ama yine de bu güzel kişiliklerin adını buracıkta anma gereğini görmüyorum. Merak edenler ekşisözlüğe danışabilirler.
Özetle film bir tiyatro sahnesinden fırlamış gibiydi. Arada karakterlerin söylediği şarkılarla biraz da müzikalvari bir tat bıraktı dimağlarda. Farklıydı. Dolayısıyla unutulmayacak orijinallikte filmler listesine eklendi. Filmin sonunda aramızda geçen diyalog daha da unutulmazdı aslına bakılırsa:
D: Bir adamı öldürmek için 8 kadın yetiyormuş demek ki hayatım. Değil mi?
E: (Minik bir sessizliğin ardından) E tabi ki hayatım!
D: Aklından bir önce geçen cümleyi söyler misin hayatım?
E: Hönk. Hahahahhahha :) Hohohohoohh :)
Son sahnede gülmekten yerlere yatılır.
“Bir adamı öldürmeye değil sekiz bir kadın bile yeter!” cevabını duymadım ama duymuş kadar oldum.
18 Aralık 2006
Kanepe-"Küçük ama bizim"
Bugün başım ağrıyor. Başıma bu ağrıyı yapan uzun zamandır başımın içinde taşıyıp durduğum o kanepe değil tabi! Şimdi bu kanepe de nerden çıktı demeyin. Anlatıyorum!
İlk kez ne zaman musallat oldu bu kanepe zihnimin içindeki o yere? Bu sorunun bende bir yanıtı var mı? Sorular muallâkta. Altı yaşındaki bir kız çocuğunun ellerine ancak sığacak boyutta küçük, pembe, plastik sandalyeler, o pembe masa, o küçük saatli büfe… Bunların konuyla ilgisi var mı? Annesinin güneşli bahçe günlerinde önüne koyduğu, su dolu yeşil kapta mahsuscuktan çay içtiği bardakları, tahtadan çaydanlığını, tavasını yıkayan o küçük kız çocuğunun bunlardan haberi var mı? Bilemiyorum. O zamanlar çok uzakta kaldılar ve bir o kadar da yakınlar sanki durduğum şu yere.
O zamanlardan bu zamanlara örüle işlene özenle geldi işte bu kanepe. Yalnız da değil üstelik. Dantel perdeler, renkli nevresimler, halılar, yolluklar, içi şarap dolu kadehler, yuvarlak, özellikle yuvarlak masalar (Pembe masa da mı yuvarlaktı ne?) arkadaşlık ediyor ona. Ben de zihnimin içinde sınırları belirsiz o yerde yerleştirip duruyorum o kanepeyi, kollarım ağrısa da gücüm de yetiyor üstelik. İlginç olan bir şey var ki; kanepe hiç eskimiyor. Hiç bozulmuyor. En az hayaller kadar temiz. Onlar kadar aydınlık.
“Başkalarının da kanepesi var mı acaba? Yoksa zihninde kanepe besleyen tek ucube ben miyim?” diye düşünüp dururken, hani aklımda dönenip duran o kanepeye çok benzeyen bir başka kanepeyi, başka bir evin salonunda görmüştüm. Şaşırmıştım. Sevinmiştim. Gurbette elde, memleketten bir dostu görmüşçesine içim ısınmıştı. Üstelik o gün bu gündür içim hala sıcak.
Bu hafta sonu içimizi daha da ısıtacak bir şey yaptık! Bir ev tuttuk! Zihnimde beslediğim kanepenin bir yeri oldu ilk kez! Başımı ne zaman koysam yastığa; perdeler asılıyor camlara kendiliğinden, halılar seriliyor, yer minderlerim çıkıveriyorlar orta yere. Raflara kitaplar yerleşiyor. Bir müziktir çalmaya başlıyor. (Tango mu nedir?)
Dahası da var üstelik. Hepsini anlatmayacağım burada. Emlakçı-öğretmen teyzenin duvarındaki o küçük tabelada anlatmak istediklerimi özetliyor sanki: “Küçük ama bizim!” Siz ister buna ev deyin, ister kanepe, ister hayaller. İyisi mi siz buna sade “yaşam” deyin!
14 Aralık 2006
Benim bavulum!
Çünkü; kendi tarihimin notlarını tutamayacak kadar hızlı yaşıyor hayatım. Cümleyi böyle kuruyorum; bilerek. Zira yaşamımın benden bağımsız hareket ettiği kanısındayım bu aralar. "Kader diye bir şey var mıdır?" polemiğine girmekten şiddetle kaçıyorum; bambaşka bir konuya dair yorumda bulunmak istiyorum.
Hem yaşamak hem yazmak eylemi aynı anda olmuyor. Ya yaşıyorsunuz ya yazıyorsunuz hiç olmuyor. Bu durumda yaşar gibi yazmak ve yazar gibi yaşamak seçeneklerine kalıyoruz. Ya da yazmak için yaşamak!Geride bıraktığımız hafta yazmak istediğim konulardan biri de yazmak için yaşayanlardan biri olan Orhan Pamuk’un Nobel alışıydı. Pamuk’un Nobel alışına dair yorum yapmayan bir ben kalmıştım ya; o eksiği tamamlamak gerek değil mi ama? Açıkçası kendisinin Nobel Ödülü alması beni çokça sevindirmedi. Hatta başka “mesele”lerle kesişen bir zamanlamada gelen ödül canımı sıktı. Canımı sıkan asıl konu ise kendisinin kitaplarını okuyamamamdı sanıyorum.
07 Aralık 2006
Biri bana Murphy'i getirsin!
Evet! zaman zaman Murphy kanunları işlemeye başlayabiliyor. Herşey bi anda ters gitmeye başlıyor. Ya da sağlığınızla ilgili minicik bir şey bile ters gitse herşey tepetaklak olmuş gibi olabiliyor. belki de size olmuyordur canım. Ne diye böyle genellemelre gidiyorum ki?
Bardağın dolu tarafını gör Didem! Bardağın dolutarafını gör! İç sesim durmadan konuşup, başımı şişirip duruyor. Bi sus! diyorum yok. O benden de geveze, susmak bilmiyor. Ha bir de omzuma musallat olan şu ağrı. Ağır bir yük de taşıyor değilim ya! Sırtlandığım bu her neyse; omzuma dokundu. Omzum da bana... Dün gece kallavisinden bir ağrıyla mücadele ettim! Sabah doktora gittim. Yoktu! "Doktor evde yoksunuz, ne..... oğlu .... sunuz." demek istedim kendisine.
Lakırdıyı fazla uzatmaya lüzum yok. İlk durakta durup omzumdaki şu ağrıyı ağırlıkla birlikte atmak, yeni bir yola düşmek istiyorum. Bir aralık istiyorum özetle; kısacık bir es, bir nefes!
Murphy'nin canı cehenneme! soran olursa: bardak ne tam dolu ne boş. Hep de öyle kalacak!
29 Kasım 2006
Kasım'ı bitiren şiir
Patlayıvermese hüzün üzerimize.
Bahçedeki çiçekler artsa; yetse
Ve her Kasım,
İnadına; mızıkçılık yapacasına,
Hayat üzerimize üzerimize gelmese.
Tenimiz yadırgıyor soğuğu, malum!
Bilirsiniz:
Biz bazen de bilerek unutuyoruz,
En başından beri bildiklerimizi.
Bir de üzerine şu Kasım
Tuz biber ekmese!
Sanılmasın niyetim var
Kahkahalardan elimi ayağımı çekmeye.
Biraz bahar yorgunluğu biriktirdim.
Biraz sıkıntı, ve biraz da telaş
Bir Aralık verse şu Kasım
Niyetim var umutları serpiştirmeye.
D.A(30 Kasım 2006)
27 Kasım 2006
Öğretmenlerime selam...
Bugün ülkenin iyi üniversitelerinden mezun olmuş insanlara bir bakın. Doktorlara, mühendislere bir sorun. Çoğunun anne ve/veya babalarının öğretmen olduklarını göreceksiniz. Şaşırmayacaksınız. Giderek eskiyen mesleki değerlerle bugünkü öğretmenlerin çocuklarına ne olacak dersiniz? İdealizmini yitirmiş bir nesil olarak nelere gebeyiz dersiniz?
Sözü fazla uzatmayacağım. Mesleğini hakkını vererek yapan bütün öğretmenlere selam olsun! Ellerinden öpüyorum. Kabanımın düğmelerini tek tek ilikleyen birinci sınıf öğretmenime ve ilk dolma kalemimi hediye eden Türkçe öğretmenime ve yaşamımdaki ilk türküyü (oy bahçenize-Giresun) bana öğreten sınıf öğretmenime ve ..... Hepsine selam olsun!
20 Kasım 2006
MARINE THEORY
Gençlik, deli-kanlılık; üzerinde ter damlarlıyla sıkılmış bir pazı gibi, genç, sıcak, güçlü ve sert. Bir bisikleti korkusuzca yokuş aşağı sürercesine hızlı, ve tehlikeli, ve bi o kadar da zevkli. Durduğum bu yerden korkarak, gözlerini kaçıran bakışlarla bakmak istemiyorum yaşlılığa. Değil mi ki yaşam, durmaksızın öğrenmek? Değil mi ki kazandığın deneyimlerin bir toplamısın? O vakit:
“Marine olarak yaşlanmak istiyorum!”
Binbir çeşit “marine” yolu var. Her yemek için, her tür için ayrı. Her biri için başka başka baharatlar tavsiye ediliyor. Üstelik her usta da farklı süreler öneriyor. Farklı sıcaklıklar, farklı koşullar. Tek ortak nokta şu ki biraz acıdan katılıyor sosun içerisine biraz tatlıdan. Bu da yetmiyor yeterince beklemek gerekiyor. Diğer bir değişle zaman…
Ne olmak istiyorsunuz diyenlere verecek kısa bir cevabım var efendim! Marine olmak istiyorum. Acı sostan elimizde mevcut, tabak desen altın yaldızlısından değilse de idare ediyorum. Baharat deseniz elimle topluyorum onları, hazır ediyorum. Şöyle halis zeytinyağı da olursa değmeyin keyfime. Zamanı geldiğinde damaklarda yumuşacık, ılık, unutulmaz nefasette bir tad bırakmak istiyorum. Kendi damağımda hissettiğim o nefis tadla birlikte. Yaşama dair duruşu bir yemek tarifiyle analoji kurarak açıklamak bana ve benim gibi yaşamı da yemeği de sevenlere özgü bir seçim olsa gerek.
Marine sözcüğü deniz ile ilgili denize ait anlamına gelmektedir. Bu da teorinin güzelliğine güzellik katan bir başka analojidir.
Teoriyi yararlı, gerekli, gereksiz, bilimsellikten uzak bulanlar olacaktır. Ne alakası var? diyen de çıkabilir. Hepsini anlayışla karşılıyorum. Bu da benim teorim. Yorumlarınıza daima açığız efendim!
19 Kasım 2006
Yenice Yolları
Cengiz Özkan "Gelin" albümünde çok sade bir şekilde okumuş türküyü. Başa sarıp sarıp dinliyorum. ne güzel türküdür. Çok mu özledim türkü söylemeyi nedir? hayatımın bi yerinde olmalı bu şarkı-türkü hadisesi. Olmazsa olmuyor. Özlüyorum.
Türküye bu kadar takılınca açtım notalarına baktım. Siz de bakın. Bu kadar az notayla, ve bu adar sade sözlerle böyle bir güzellik. Halk sanatının konuştuğu yer işte. Gerçek ve içten. Söylenecek söz yok üzerine. Ben türküyü söyleyeyim en iyisi!
- Yenice yolları bükülür gider
- Zülüf ak gerdana dökülür gider
- Yiğidin sevdiği güzel olursa
- Ömrü arkasından sökülür gider
- Kırmızı gül olsan har olamazsın
- Azrail olsan can alamazsın
- Dünyayı kalbura koysan elesen
- Sen de benim gibi yar bulamazsın
16 Kasım 2006
Hayati bir mesele-EĞİTİM
İsmet Berkan 02.06.2006 tarihli Radikal’deki yazısında eşitsizliğe kalıcı çözüm olarak eğitim’i göstermiş. “Süleyman Demirel, Isparta'nın bir köyünde dünyaya geldi. Onu Isparta'nın köyünden devletin zirvesine kadar taşıyan şey, aldığı eğitimdi. Süleyman Demirel gibi binlerce başarı öyküsü bulmak mümkün Türkiye'de. Hepsinde ortak yön, eğitim” demiş.
Ne yazık ki bu konuda kendisi kadar olumlu görüşler besleyemiyorum bu günlerde. Doksanlarda Anadolu’nun bir köyünde ya da kasabasında dünyaya gelmiş bir çocuğun devlet okullarında okuyup, bambaşka şartlarda ve bambaşka şanslarla dünyaya gelmiş akranlarıyla eğitim hususunda bir noktada eşitlenebileceğe hiç mi hiç inancım yok.
ÖSS gibi eğitimin kocaman bir yarasının bağrında, biraz da mecburi olarak seçtiğim eğitim fakültesinden mezun olmuş ve artık mecburi/tesadüfî olmaksızın kendini “eğitimci” olarak gören biri olarak, içimde barındırdığım çelişki yetmezmiş gibi; başka çelişkilere de imza atıyorum. Nasıl mı? İlköğretim okullarına yardım eden bir vakıf ile birlikte çalışıp, çocuklara “okuyun!” diyorum. “Bunu yapabilirsiniz!” diyorum. “Güçlü olun, bakın Hüseyin Yılmaz gibi köyden çıkıp dünyaca ünlü bir fizikçi olabilirsiniz. Neden olmasın?” diyorum. Kendi söylediğim sözlere en çok kendim inanarak.
Bu çocuklara çalışma azmi aşılamak; “okuyun!” demek doğru ve güzel geliyor bana. En azından elinizin bir omza dokunması o yaşamlarda farklılık yaratıyor. Ama ne yazık ki, plastik bir şekerin aslında var olmayan lezzetini vaat ettiğimizi düşünüyorum kimi zaman. Pek bir canım sıkılıyor. Neden mi? Söyleyin bana, iyi bir okulu bitirince bile, iş bulma aşamasında “torpil”ler uçuşmuyor mu etrafımızda? Köyünde çapa yapan anne babanın torpilini tercih eden var mı aranızda? Ya da kaç tane kurum, kaç tane şirket doğru düzgün burs veriyor söylesenize? Ya da bu burslardan kaçı doğru ellere ulaşıyor? Yarı zamanlı iş bulma sevdasıyla yanıp tutuştuğum günler dün gibi aklımda. Kitapçı raflarına, kasap önlerindeki aç kediler misali bakan gençlerden biri de bendim. Devlet okulunda okumuştum. Üstelik Başkent’in göbeğinde doğmuştum.
Bir yandan okumak, kendini geliştirmek, bilgiler deneyimler sahibi olmak, Diğer yandan hobileri olan, yaşamı mutlukla yaşamayı bilen bir birey olmak. Kendi yaşamını kurmak, kimselerin üstüne basmadan… "Bir ağaç gibi tek ve gür ve bir orman kardeşçesine yaşayabilecek" güçte bir insan olmak. Bütün bunları yaşayabilecekleri bir gelecek bırakabilecek miyiz dersiniz çocuklarımıza? Karamsar olmaya gücüm de yok niyetim de… Sadece bilmiyorum.
Bunca kargaşa, yaşam kavgası, eşitsizlik içinde; azimle, hırsla, akılla ve biraz destekle Süleyman Demirel gibi örnekler çıkıyor. Arkası da gelecek bir ihtimal. Bu beni sevindiriyor yine de sormadan edemiyorum: “Peki ya diğerleri?” Çok kalabalığız! Çok genç, çok küçük, çok korunmasız ve çok kalabalığız. Ortaöğretim kurumları seçme (OKS) sınavına bu yıl 3 milyon çocuğun gireceğini düşünüyorum da; geriye bir tek son söz söylemek kalıyor: Eğitim işini elinde tutanlar! Lütfen siyasi hırslarınızı, saçma sapan kavgalarınızı bir yana bırakıp, çözüme yönelik adımlar atmaya başlayın. Aldığınız kararlarla yaşamları yap-boz tahtasına dönen milyonların sorumluğunu omuzlarınızda taşıdığınızı unutmayın. Bir türlü istihdam etmeyi beceremediğiniz binlerce genç öğretmenin henüz yanan çalışma azimleri sönmeden yapacak çok işiniz var!
Fotograf için teşekkürler!
14 Kasım 2006
Her ölüm erken ölümdür!
Üniversite biteli henüz iki yıl olmadı. Bölüm arkadaşlarımın mail gönderdikleri gruba, yaşadığımız dönem itibariyle, sıkça “evleniyorum”, “nişanlanıyorum”, “tayinim çıktı”, “askere gidiyorum” başlıklı mailler geliyordu. Dün “vefat” başlıklı bir mail geldi. İnanmak istemedim. Hala da pek inanmış sayılmam hani.
Bahaneyi Kasım’a bulmak istiyorum. Ölümler pek bir sık geliyor sonbahar vakti. Ya da ne bileyim daha bir hüzünle. Yaprak dökümü yaşanıyor. Ve kafamda Cemal Süreyya’nın dizeleri yankılanıp duruyor:
…..
her ölüm erken ölümdür
biliyorum tanrım.
ama, ayrıca, aldığın şu hayat
fena değildir...
üstü kalsın...
Söz bitiyor. Sebepler boş, bahaneler inandırıcılıktan uzak. Son diyebildiğim:
12 Kasım 2006
Tiyatro Festivali duyurusu
Duygulu bir 10 Kasım geride kaldı. Ve Ankara'yı doldurup taşıran bir kalabalıkla Bülent Ecevit'in cenazesine sahiplik eden bir 11 Kasım. 12 Kasım sabaha karşı bir depremle sarsıldık. Hiçbirine dair yazmayacağım. Tiyatro'ya dair yazacağım.
Henüz ortaokula gitmekte olduğum yıllar. Küçük amcamla birlikte dedemden harçlık kopardığımız nadide bir gün. Bir yaz günü. Yüksel Caddesi'nde içilen vişne sularının ardından şimdi yerinde yeller esmekte olan Yeni Sahne'nin yolu tutulur. Aylardan sanırım Ağustostur. Kapıda Devlet Tiyatroları perdelerini Ekim'de açacak yazısı görülür. Harçlık da tiyatro da hikaye olur o gün. Hayal kırıklıkları Tuna Caddesine serpilerek eve geri dönülür. O günden sonra devlet tiyatrolarına gitmeye özen gösterilir. Hatta Opera Sahnesi'nde sergilelen 3 saatlik bir oyunu balkonun en arka sırasında izlerken uyumama rekoruna imza atmışlığım bile var.
"Tiyatronun sezonu kıştır." gerçeğini oldukça erken öğrenmeme rağmen geçen kış annemle yaşadığımız tiyatro macerasını blogumda yayınlamıştım. Yeni maceralara yelken açmaya niyetim var. En çok merak ettiğim oyunlardan biri 24 Kasım öğretmenler gününe denk geliyor olsa da 11. Ankara Tiyatro Festivali'nde bir oyun görmeli diyorum ben. Mesela Oyun Atöleyesi'nin Hırçın Kız'ı olabilir. Ankara kışında tiyatro macerası yaşamak isteyen heveslilere duyurulur.
Ha bir de Caz Festivali var. Onun duyurusunu Umut yapar diye bekliyorum ;)
07 Kasım 2006
Erken gelen kış- geç kalan yazı
Aslında fotograf makinesinde bir de ucundan buz sarkan asma yaprağı foftografım var. Blog sayfası için özel olarak hazırladım onu. Odamın penceresinden soğuğu içeri alarak özenle çektim fotografı üstelik. Fakat bilgisayarımın fotograf makinesini tanımama problemi nedeniyle mahsur kaldı fotografcık oracıkta. Ben size durumu özetleyeyim; kar bu yıl yapraklar dökülmeden evvel yağdı. Acelesi vardı demek ki... Penceremin önündeki asmanın üzerini doldurdu. Yere bir tane düşmememcesine asılı kadı çardakta. Güneş açtıkça; asma yapraklarında uzun ve ince belirmeye başladı. Işıl ışıl.. Ankara'da yaşayanların bildiği üzere pazartesi sabahı yollara serildi buzlar. Biraz erken, soğuk, eziyetli biraz da kabullendik kendilerini.
Soğuğun, derslerin, sınavların, sorumlukların, hastalıkların, ölümlerin, zorlukların katmerlenerek geldiği mevsimdir kış. Hep söylerim, yazın sıcağı kışın soğuğundan adaletlidir diye. Bu soğukta yaşamak için, ısınmak için savaş veren insanlar olduğu biliyorum. Sabır diliyorum onlara. Kışı geride bırakmak için bana da sabır gerek ayrıca. Yeşil atkı ördüm, sarınıyorum. Bir de ya sabııır çekiyorum. Bu yazıyı geç de olsa burda bitiriyorum.
01 Kasım 2006
if (ben+hayat)= So what?
Yine dün akşam, hangi akranımla/arkadaşımla iki çift laf etsem konu hep aynı yerlere geldi. İştir, bulması zordur! Soysal güvencedir; şükredelim! Yüksek lisanstır; neden yapıldığı meçhuldür! İkili ilişkilerdir; “hayırlısı”dır! Evliliktir, o da hayırlısıdır!
Bütün bu sohbetlerin içerisinde sıklıkla düşündüğüm bir konuya takıldı zihnim. Bize yaşamayı öğretenler bir aşamadır koymuşlar bellek haritamıza. Yaşam aşmalardan oluşuyor sanki. Merdivenler var üst üste. Önce birine çık! Sonra ötekine! Bir adım yukarıda bir basamak daha edin kendine! Bir daha! Bir daha!
Bütün bu emir kipi aşamaların da her biri birer koşul cümlesine bağlı üstelik. Programlama dilleri derslerimi anımsatan cümleler:
if (master=true) and if (askerlik=true) and if (iş=true) and if (para=true) and if sosyal (güvenlik=true) then ????
Soru işaret tabi! Hem de kocamanından. Ben diyeyim 36 punto siz deyin 72 punto. Ne olacak bütün bunlar “true” olunca. Başımız göğe mi erecek? Aynı zamanda count down to döngüsü çalışıyor. Zaman efendim zaman. Akıp geçiyor. Bir sonraki hedefe ulaşmak üzere programlanarak öğrendik yürümeyi. Ve şimdi öğrenmemiz gereken bir şey daha var. Aşamalardan kurtulup, yaşamaya bakmak. count down to döngüsü sona varmadan...
Hemen hemen bütün derslerimde karşıma çıktığı üzere sonuç odaklı değil süreç odaklı olmaktan söz ediyorum. Çünkü sonuç denen o her neyse, her yerde aynı gibi duruyor. Sonuç denen kül de olabilir, bir avuç toprak da… Nede olsa, baki kalan bu kubbede bir hoş sada!
Repeat function(life) until x= (“fin”or “the end”or “son”)
27 Ekim 2006
www.sidikasaka.com
Gerçi Didem Avdan/Sıdıka Saka ikilemi giderek Emile Ajar/Romain Gary ikilemine benzer karışık bir hal alıyor. Umarım Atilla Atalay telif hakkı falan istemez. Malum Sıdıka orta direk bir aileye mensup. Telif hakkı ödeyemez. Hem Samim küplere biner sonra.
25 Ekim 2006
FARKLI bir şeker bayramı blogu!
Bayram geldi de geçti bile. Bloguma bir bayram yazısı eklemeyi düşünürken vazgeçtim. Her türlü medya ile bizlere yüklenen ah o eski bayramlar tadından başka birşey vermeyecekti yazdıklarım. Caydım. Hatırlamak, hatılanmak, tatlılar almak, tatlı sohbetler etmekse niyet; adı bayramsa, seyransa her neyse... Kutlu olsun!
Bayramdan tamamen bağımsız adledilebilecek/adeledilemeyecek bir konu ile karşınızdayım. "Tektipleşme". Evet tektipleşme. Çoğalan çeşitlenen medyaya bilgiye inat tektipleşme. Vitrinlere bir bakın isterseniz şöyle; başınızı çevirip caddede yürüyen genç kızlara, genç adamlara bir bakın! Geçen haftalarda gittiğim film festivalinde de bir baktım, orada da aynı manzara. Aynı tornadan çıkmışcasına birbirine benzeyen insanlar, üniforma giymiş gibiler. Gibiyiz.
Farklı olanı aforoz etmek gibi bir toplumsal haslalığımız var. Yalan mı? Doğru bildiğimiz yoldan gitmeyeneleri önce döndürmeye çalışıyoruz, sonra bağırıp çağıırıyoruz. Artan bir şiddetle yaptırımlarımız değişiyor. Yerine göre yiyecekmiş gibi ifadelerle bakıyoruz. Yerine göre görmezden geliyoruz; ama hep bir karşı duruşumuz, istemez halimiz tavrımız var farklı olana.
Yeni tanışan inansların birbirlerindeki ortak noktaları fark ettikleri deneylerle sabit bir gerçektir. Sonra sonra farklılıklar ortaya çıkmaya başlar. Oysa farklar baştan da vardır, göze sonradan batar. Hadi ikili ilşkileri bir kenara bırakalım; aynı yaş gurubunda aynı hayat devresinde yaşayan her insanın kek kalıbından çıkarcasına aynı model bir yaşamı sürdürmesi mümkün müdür efendim? Dayatmayın! Mümkün değildir! El yazısı diye birşey var. Her yaşam kendi yazısını farklı fontlarda yazar.
Değerli büyüklerim, sevgili küçüklerim. Yaş gurubunuzu göze alarak elinizden, gözünüzden yanağınızdan değişik değişik öperim. Bayramınızı kutlar, selam ederim. Ancak, lütfen farklı bir pencereden bakanın manzarasınında manzara olduğunu zaman zaman da olsa kabul edin. Her pencere ille caddeyi görecek değil ya canım, belki ben arka bahçedeki vişne ağacını göreceğim.
Çeşidiyle, rengiyle, delisiyle akıllısıyla güzel bu hayat. Yürüyenleri durdurmayın, çölme takmaya çalışmayın, duranları dürtmeyin tanrı aşkına! Bakın şeker tabağındaki badem şekerleri bile rengarenk ve bambaşka boyutlarda! Oturun bayram tatlınızı yeyin! Benden fırça yemeyin!
19 Ekim 2006
Kışa serzenişler!
Yazdan kalan bir fotografla başladım söze (Gözlükler Ayşe Arman'a özendiğimden değil!). Özledim de ondan. Yazı şimdiden özledim. İşte kış geldi. İnkar etmelim şimdi. Kasımın eli kulağında. Pat deyip patlayıverecek kasımpatılar penceremin ucunda. Yalana dolana gerek yok! Alınan alınsın, kırılan kırlsın sevmiyorum kışı, yazı seviyorum arkadaşlar yazı. Güzel bir yaz geçirdim avuntum büyük de ondan duruyorum böyle mağrur soğuğun önünde. Ha bir de dururken burnumu çekiyorum. Kıştan hatıra gribimin hediyesi.
Kış dediğin acımasız mevsim. Hikaye gerisi. Güne gözlerimi açıyorum. Bir de ne göreyim? Bir loş, bir karanlık ortalık. İki gün sonra saatlerin ileri alınmasıyla durumlar tersine dönecek. Bu kez de işten çıkışlarımızda karanlık üstümüzü örtecek. Bünyeye az alınan ışığın çağırdığı heyheyler tepemdekiler sanıyorum. Ben sabahları güneşle uyanmak istiyorum!
Mevsimlerden birine üvey evlat muamelesi yapan, şikayetçi huzursuz bir insanoğlu duruşu bu bendeki, farkındayım. Yine de kış gelmeden fıstık yeşili bir atkı ördüm kendime. Severek de üstelik. Yeşil atkımı seviyorum da, çalışırken mouse tutan parmaklarımın üşümesi halini bir türlü içime sindiremiyorum. Yeşil atkıyı seviyorum, soğuğu sevmiyorum!
Çorap üzeri patik, kazak üzeri hırka, yorgan üzeri battaniye gibi çeşitli uygulamlarla şenlenen kış aylarında; soba üzeri kestane kebap, soba üzeri demli çay, soba üzeri çamaşır askısı gibi sıdıkavari ve şirin uygulamalar da oluyor. Lakin bu uygulamalar nostaljisi yapıldığında güzel arkadaşlar. Kömür dolu soba kovasıyla cebelleşirken değil.
Odamın kendini Bodrum, Datça, Kaş ya da benzeri güzide bir sahil kentinde yazlık sandığı, kışları öyle pek de işe yarar bir yer olmadığı göz önüne alınırsa; dışarıda lapa lapa kar yağarken içeride şortla gezilecek denli sıcak bir ev istiyor olmam da şaşırtıcı değil sanırım. İstiyorum! "Bir evi sıcak yapan sadece merkezi sistem değildir!" bunun da farkındayım üstelik. Yaz gibisinden isityorum arkadaşlar! İç açanından, üşütmeyeninden, ruh dinlendireninden, huzurlusundan, sevinçlisinden, çiçeklisinden, müziklisinden, neşelisinden... Mümkünse!
17 Ekim 2006
Bu kaçıncı İstanbul'lu blog dersiniz?
Yine bir İstanbullu blog yazıyorum. Çünkü hafta sonu İstanbul'daydım. Üstün zekalı çocukların eğitimi ile ilgili bir konferansta idim. Konferans ile ilgili söyleyeceklerimi bir kenara ayırıyorum. İstanbul'un nemli ve serin havasıyla palazlanan gribim canıma okuyor. İstanbul gezisinde de canımı sıktı ama; bu Galata Kulesi'nden güneşin batışını izlememe, vapurda sigara tüttürmeme, kahve keyifleri yapmama, Leb-i Derya'da muheteşem bir ortamda akşam yemeği yememe engel olamadı. Bu güzide mekanı dimağımıza kazandıran sevgili Ceren'e sonsuz teşekkürler. Dileyenler mekanı "www.lebiderya.com" adresine tıklayarak tanıyabiliriler.
Gelelim cebimizde sakladığımız seminer konusuna. Semineri veren Dünya'nın en zeki kadını olarak haber olan Nadia Camukova'ydı. Kendi hayatından yola çıkarak üstün zekalı çocukların nasıl belirlenmesi, onlara nasıl yaklaşılması gerektiğine dair aydınlatıcı bilgiler verdi. Özellikle ilk 4-5 yılda şekillenen insan beyni için okul öncesinin ne kadar önemli olduğunu anlattı. Nadia'nın anlattıklarının yanı sıra Türklüğü ve Türkleri ön plana çıkaran duruşu ve en çok da hayat hikayesi etkiledi beni. Einstein ölçeğine göre 200 IQ'lu bir insan olarak okuduğu hiçbir şeyi unutmaması 23 yaşında beyin kanaması geçirmesinin nedeni olarak görülüyor. 23 yaşındaki bu tatsız olay nedeniyle profesörlüğünü 25 yaşında gecikmeli olarak! almış. Bildiği dilleri bir yana bıraktım, ki sunumu mükemmel bir Türkçeyle yaptı, "yeni bir dil öğrenmem en çok 2 ayımı alır." diyor. Gerisini bırakın da en çok bu kısmı kıskandım.
3 yaşında ilkokula başlayan ve sınıf atlayan, 17 yaşında tıp doktoru diploması alan, tarih ve filoloji profesörü olan bu 1976 Moskova doğumlu dahinin biraz da hitabet yeteneği etkiledi bizi sanıyorum. Eğitimciler olarak sadece bugünü değil gelecek yıllrın 2050'lerin sorumluluğunu taşıdığımızı bizlere hatırlattı. Zekayı parçalara bölen çoklu zeka kuramını yerden yere vurdu. Eğitim konusunda sürekli 1'den başlayan ve yerinde sayan ve batı'yı çokca takip, bolca taklit eden tutumumuzu kibarca eleştirdi. Ve zekayı tanımladı:
"Herhangi bir konuda problem çözme, aynı konu üzerinde yeni problemler bulma yeteneğidir!"
Benim önerim ise şu: hiçbir konuda, kimselerin başına problem çıkarmayın arkadaşlar!
11 Ekim 2006
1 Güz, 2 film, kaç hayat?
Dün gece Ankara’ya güzün gelmesiyle palazlanan festivallerden birinde aldık soluğu. Sinema meraklısı dostum Okan’la. Aynı akşam arka arkaya iki filmi izledik. Üstelik sıkılmadan keyifle…
Filmlerden ilki: “Bakire ve Hamile” Türkçe ismiyle, orijinal adıyla “Quiceanera”ydı. Fatih Akın’ın Almanca-Türkçe iki dilli filmlerini anımsatan bir yapıyla İngilizce-İspanyolca olarak çekilen film bir bağımsız Amerikan sineması örneğiydi. Son dönemde izlediğim her Hollywood filminden damağımda hoşlanmadığım bir tadla ayrılan ben; bağımısız sinemanın lezzetinden memnun çıktım salondan. Din, benlik, göçmenlik, ırkçılık, zenginlik, fakirlik, eşcinsellik, çifte-kültürlülük konularına, aile-çocuk, toplum-gençlik ilişkilerine bir yaraya parmak basar gibi dokundu geçti film. 15 Yaşında hem bakire, hem de hamile bir kız çocuğunun pembe elbisesi kadar tatlı esprileri vardı üstelik. Güldürdü bizleri. Bana kalırsa film gösterime girince, bir bardak sıcak çikolatayı avucumuza alıp çekinmeden gitmeli filme. Ha bir de mümkünse filmin müziklerini edinip dinlemeli, zira koltuğumdan kalkmak yerine; dans etmeye başladım filmin bitiminde. İkinci film ise İtalyan yapımı bir filmdi. Yönetmen Nanni Moretti’nin söylemek istediklerini, yarattığı yönetmen Brunu Bonomo’nun dilinde anlatıp; Bruno’nun yaşamında soluk aldırdığını söylersem yanılmış olmam sanıyorum. “Faşizm iki insan arasındaki ilişkide başlar!” diyen yazarı (kim söylemişti bunu?) destekler bir duruşla, yaşamının ağlarını ören her ilişkide bir düğümle yüzleşen yönetmen Bruno, yine de söylemek istediklerini haykırırcasına söyler. Herkesin kendi gemisini yürütmeye çalıştığı bu dünyaya yaptığı gönderme yerini bulur. Üstelik, herkesin kendi gemisi/yatı/takası olsa da; "I can’t take my eyes off you" diyecek birisi vardır. Ne bileyim!Belki de lafı bu kadar uzatmaya gerek yoktur. Her şey bir küçük bir oyuncak parçasında kendi anlamını bulacaktır.
Üçüncü filmse Ankapol sinemasında bizim çektiğimizdi belki... Ben filme bir arkadaşımla geldim. Birkaç yıl önce Kavaklıdere Sineması'ndaki başka bir festival filmine koşarak yetiştiğim başka arkadaşlarım da oradalardı aynı gün. Aynı yerde. Fakat ne yazık ki; başka başka koltuklarda başka başka filmler izledik, başka başka vakitlerde ve bambaşka insanlar olarak. Söze noktayı koyacak lafı Muzaffer etti: “Hayat işte!”
07 Ekim 2006
Yazmak üzerine...
Bu blogu neden yazıyorum? Zamanla değişen anlamlar yükleniyor kendisine. An geliyor köşe yazılarımı yazığım platform oluyor; an geliyor dostlarla, arkadaşlarla hayata dair herhangi bir konu üzerine yorumlarımızı paylaştığımız bir defter. Akşamları günün hesabını tutmaya yarayan bir hesap makinesi görevini gördüğü de oluyor.Sözü uzatmaya gerek yok işte. Yazmak güzel bir eylem. Yazdıklarınızı paylaşmaksa daha güzel. Hele hele yazılarınızın okunduğunu; bir de üstüne beğenildiğini duyuyorsanız; keyfiniz katmerleniyor. Katmerli keyifler yaşıyorum zaman zaman.
Bu blogu neden yazıyorum? Aslına bakılırsa ben kendimi bildim bileli yazıyorum. Evde yüzlerce sayfa var. Hiçbir kategorizasyon yöntemiyle düzenlenemeyecek cinsten. Kimileri defterlere geçilmiş; kimileri oldukları gibi durmakta. Demek ki, ben hayatımın her döneminde sevmişim "yazmak" eylemini. Bir dönem hayatıma giren insanlara ithafen yazmışım, bir dönem sıkıntılarımı dökmüşüm. Her gittiğim yerde mutlaka birkaç satır kaleme almışım ama. Sinop, Adana, Urfa, Didim, Trabzon, İstanbul diye yazıyor tarihlerin altlarında. Geriye dönüp yazılanlara kronolojik bir sırayla bakınca "işte hayatınız" programı etkisi yapıyor. İnsanoğlunun yaşananları kavanozun dibine doğru durmaksızın sıkıştıran; unutmaya meyilli, balık hafızasına uyarıcı bir ilaç etkisi yaratıyor yazılanları okumak. Bakın işte, nasıl da aşıkmışım İstanbul'a bir zaman:
İstanbul gelir ayaklarıma
Gelse de kaçamam
Kapanına sıkıştığım gece
Kaybetiiğim anahtarlığım
Düşerim!
Beyaz yüzlü palyaçonun eline
Anlamını yitirmiş kelimeler
Besler beni
Çocukluğumu, gençliğimi
Sonrası
Eski, uzun bir hikaye
Aynı hayat
Aynı roman
Lekelenir palyaçonun ellerinde
Ve eldivenler...
Beyaz eldivenler kirlendikçe
Susarım!
İstanbul!
Hep sen!
Alabora edersin rüyalarımı
Susutukça
Hep sen!
Kapanırsın ayaklarıma.
2001-ANKARA
04 Ekim 2006
Film+Ekim
Ekim ayı geldi! İşler güçler başımıza sarıldı. Bir telaş bir telaş. Sormayın, bu aralar festivalciler de telaşta. Ankara'da at kestanelerinin tepemize düşmeye başlamasıyla festivaller başladı. Biz de Okancığım ile planları yaptık. Bu güz, festivalinde bir, olmadı iki film göreceğiz. Sonra gezici film festivali gelecek. Ona da bakacağız bakalım. Siz şimdilik festival programı için "www.guzfest.org" adresine tıklayın. Film yorumları kısa süre sonra bu blogda!
02 Ekim 2006
Arjantin Tango
arjantin Tango derslerimizin ilkini bu akşam yaşadık efendim. Yürüdük. "Kadın kaçar,erkek kovalar" doğanın kuralı; tangonun da... Bu ilk kuralla çalışmalarımıza başladık. Gözlerimi kapattım "dansın hakimi"ne bıraktım sözü. Yürüdüm. Gözüm kapalı, ağzım açıktı; zira zevkten dört köşeydim.
Bu biraz eski bir masal aslına bakılırsa. Hacettepe Üniveristesinin Sıhhiye Kampüsü'ndeki Eşli Danslar Kulübü günlerine dayanır masalın tarihçesi. Masal da kadınsal bir arzuya dayanır. Kadın milleti dans etmek ister. Çeşitli engellerle karşılaşır:
1- Ortada dans edecek partner yoktur. Biri ile dans partneri olunur. Fakat o partnerle değil dans etmek; bahsi geçen insanın metre yanınıza sokulması sizi irrite etmeye yeter artar. Bir süre debelenir, sonra vazgeçersiniz. ya da bana öyle oldu!
2- Kadın dans etmek ister adam istemez. Oldukça sık görülen bir vakadır. Bu vakada kadın dans etme arzusuyla yanıp tutşmakta ama partnerini bir türlü razı edememektedir.
3- Vakit yoktur. Bu sonuncu durum ikincinin bir nevi dayanağıdır. "vakit mi var hayatım!" şeklinde vuku bulur.
4- Para yoktur! Bunu açıklamaya gerek de yoktur.
Son 3 maddede adı geçen engeller aşıldı ve ilk ders yapıldı. Engelleri aşamamızda rolü olan Şule'ye bir kez de burdan teşekkür etmek istiyorum. Sözlerime son verirken birkaç da mesaj vermek istiyorum. Erkekler! Daha ziyade erkeğin yönettiği bir ders olan Arjantin Tangoda 3 dakika süreyle bile olsa yönetimi ele geçirmenin tadını çıkarınız! Eşlerinize, sevgililerinize karşı çıkmayınız! Partnerinizin ayağına basmayınız! Ve... Müziği ve aşkı ruhunuzda hissediniz!
Hşşşt! Arkadaşlar! Kıskançlık da yapmayınız! :)
28 Eylül 2006
Modern Dünya Sendromu
Dün akşam vaktiydi. Pür telaştı ortalık, oruçlar açılmış, güneş batma telaşında, insanlar evlerine gitme telaşındalar. Günün bilmem kaçıncı mesai saati yaşanmış. Ayak bileklerimiz isyanları oynamakta. Gönül, dostu görmeyi arzu etmekte. Dost sevdiğini özlemekte. Herkes herkese kavuşmak imkanına sahip. kimse kimseye kavuşamamakta. Sendromun adı basit: Modern Dünya.
Günümüzde yolculuklar Öyle 3-5 ay sürmüyor. Yollar bitiveriyor. Hızlıyız. Cebimizde telefonlarımız var. Cehnnemin dibini arasak ulaşabileceğiz; her yer kapsama alanında. Elizmin altı lap top. Dünyayı geziyoruz hop hop. Yine de bir hasretlik, bir kavuşamamak, bir sıkışmışlık, bir huzursuzluk... Özetle bir Modern Dünya Sendromu.
Birbirimize ulaşacak her türlü modern imkanı eteklerimizin altına döküveren modern dünya, iş yerindeki sandalyelerimize bizi mıhlıyor. Bizi kararlar almaya zorluyor. Şehirlerarası, ülkelerarası "Kariyer" planları yapmaya zorluyor. Ve bir de bakmışsınız ki; Ferhat ile Şirin kavuşmuş, Modern Dünya'nın Ahmet'i ile Ayşe'si bir türlü kavuşamamış.
Ülkenin göbeğinde birbirine iki adım mesafede iş yerlerinde çalışıp, sömürülüp, kavuşamayan insanlar olarak gençliğimiz bozuk para gibi harcadığımızı düşünmekteyim. Elimizde, avucumuzda bir Modern Dünya Sendromu var. Üstelik sendromun tedavisine ayıracak beş kuruş paramız da yok. Tenimizde delikler açılmadan, kurtulmalı bu sendromdan.
23 Eylül 2006
Didem'in Gözlüğü YOK
Ayşe Arman‘ı tanır mısınız? Ülkenin en yüksek tirajlı gazetelerinde sayfa sayfa röportajlar yapıyor efendim nasıl tanımazsınız? Ben tanırım kendisini. Gazete elime geçtiğinde bir de okurum üstelik. Okurum ve her okuduğumda aynı hissi hissederim. Kafamda hep aynı soru uyanıyor: “E… Yani…..?”
Yazmayı oldum olası seviyorum. Yazıp köşeye atıyordum. Blog, bir nevi yeni bir köşe oldu benim için. Güzel de oldu. Bloga yazdıklarım hayatımın dökümü gibi; benim görüşlerim, benim bakış açım, benim hayatımdan renkler... Bundan normal bir şey yok. Ayşe Arman’la aynı işi yapıyor sayılırız işte. O da kendi hayatının bir dökümünü yapıyor bizlere. Mesela bugün Burj El Arap manzaralı halk plajından, kızıyla yaptığı keyiflerden söz etmiş kendileri. Bir de kızına bakıcılık yapan Necla’nın bir betimlemesini sunmuş bizlere. Durum bu. Fark şu. O Türkiye’nin en iyi gazetesinde yazıyor, ben internette kendi köşem diye nitelendirdiğim blogumda. Benim evimin yanında plaj mılaj yok. Öyle turkuvaz rengi deniz de yok. Arka planında elektrosaz çalan yokuşlu bir Ankara manzarası var. Zaman zaman ben de kendi köşe yazılarımda yansıtıyorum bunları okuyucularıma. Ha Ayşe Arman, ha Didem Avdan…
Durumu şöyle özetleyeyim. Kendisini, röportajlarını okuyorum efendim. İçimden bir ses “Okuma şu kadını sen de yazarsın Didem; hem de Ayşe’ye bin basarsın!” diye rahatsız edip duruyor beni. İçimdeki sesi haklı buluyorum. Evet Ayşe Arman’ın bu lüküs hayat yazılarına sinir oluyorum. Ha bir de üstüne üstlük sevgili okuyucular, satırlarıma sayın hanımefendi gibi son vermek istiyorum .BAAAAAY!
21 Eylül 2006
Okul insanı hayata hazırlar mı?
Az önce Beyazıt Öztürk'ün "Biri Bana Anlatsın" adlı programını izledim. Konu: "Okul insanı yaşama hazırlar mı?" Aslında bloga epeydir birşeyler yazmak vardı aklımda; ama bunca ciddi bir konuyla geri dönmeyi hiç düşünmemiştim. Beypazarından, Burcu'nun mercimekli köftelerinden, Gamze gibi güzel bir anne olmak istediğimden, ne bileyim bir sürü bambaşka şeyden sözetmeyi düşünürken konu geldi geldi yine eğitime dayandı. Eğitim= insanoğlunun kürkçü dükkanı.
Okullar açıldı; bir öğretmen olarak sorumluluklarım yoğunlaştı. Okullar açıldı bir öğrenci olarak da sorumluluklarım yoğunlaşacak. Bu arada kendim için yapmak istediklerim var. Sevdiğim bir adam var, onun yaşamındaki insan olarak sorumluluklarım var. Ailem, annem, babam, kardeşim, dostlarım ve hayatımdaki bütün bu diğer insanlar... Yaşamın onca yüzü, onca tarafı. gerçekleştirmek istediklerim. Planlarım, niyetlerim, duvara toslamalarım, gururdan göğsümün kabardığı anlar, yemek yapmalar, yazılar yazmalar, şarkılar söylemeler, spora niyetlenemeler, erken kalkmalar, tez yazmaya kalkmalar, derse yetişmeler, ve akaşamın bir vakti "ben şunu da yapacaktım." derken uykuya düşmeler. evimden işime, okuluma, pazar sabahları gazete almalarıma yürürken düşünüyorum da sanırım hayatımın en konsantre öğrenmesini okul bitince yaşadım. İlk öğrendiğim, yaşamın bitmez tükenmez bir öğrenmek hali olduğu. Okul insanı hayata hazırlar mı? Ne hayat okuldan bağımsız, ne okul hayattan. kimsenin kimseyi bir şeye hazırladığı yok anlaşılan.
"Günümüz eğitim felsefeleri" (contemporary philosphies of education) başlıklı bir ders almıştım bir zaman. Eğitimin ne büyük bir silah olduğunu düşündürmüştü o ders bana. Bir insanı şekillendirecek, hamurdan heykele dönüştürecek yer, okul dediğimiz. Öyle bir yer ki; bu yerden geçen eli silahlı bir terörist de olabilir, elil enstrümanlı bir müzisyen de. Hükümetlerin iktidara gelir gelmez ilk "ilgilendikleri" yerin milli eğitim olması da tesadüf değil; işte tam da bu nedenden.
Okulda başarılı olmak, yaşamda başarılı olmayı getirir mi? Bilmem? Yaşamda başarı dediğimiz nedir ki? Yaşam dediğiniz oku babam oku, öğren babam öğren. Cevapları bilmiyorum ama öğreniyorum.
10 Eylül 2006
Duygu Asena'dan bir pasaj
Sağlığında hiçbir kitabını okumadığım bir yazar Duygu Asena. Bilerek reddettim okumayı. Çeşitli sebeplerim var. Birincisi çokça tekrarlanmaktan içi boşalan terimlerden bir olan "feminizm" le birlikte anılan adı. İkincisi ise, kadın-erkek ilşkilerini her sansayonel olaydan sonra kendine konu edinen medyada yer bulan siması. Fakat tam da yazarın hayatını kaybettiği bu yaz, "Aşk Gidiyorum Demez" adlı kitabını okudum.
Yazarın kadın-erkek ilişkilerini gerçekten de derinmesine düşünmüş; özümsemiş; aynı olay karşısında kadın ve erkeğin ne tür tepkiler verebileceğini öngörebilen biri olduğunu düşündüm kitabı okurken. Öyle ki; kitapta iki farklı cinsiyette de iç seslerle aynı olayı anlatan karakterler zaman zaman benim sesimmiş gibi oldu; zaman zaman çok yakınımdakilerin. Milattan önceyi karıştıp sarsmış, milattan sonrayı sarsmaya devam eden; hatta miladı bırakın, Adem'i ve Havva'yı bile ilgilendiren bu kadın-erkek meselesine Duygu Asena da bir çare bulmamış tabi ki! Fakat kitabın bir yerinde "Güler" adlı karakterin ağzından, yalana dair öyle bir saptama yapmış ki; pek hoşuma gitti. Paylaşmadan edemedim:
"Hiç yalan söylemem. herkes söylemediğini iddia eder ama ben gerçekten söylemem. Belki de şanslı bir kadın olduğum için böyleyim. Çünkü çocukluğumdan beri yalan söylemek durumunda bırakılmadım hiç. Hayatım boyunca, yalan söylemem gereken hiçbir şeyle karşılaşmadım. Benim için yalana başvurmayan insanlardan çok , çevresindekileri yalan söylemek zorunda bırakmayan insanlar daha önemlidir. Herhangi bir nedenle elinde güç olan kişi, yanındakileri ürküterek, baskı yaparak yalan söylemeye mecbur ediyorsa, yalanı söyleyen mi hatalıdır, söyleten mi? Ne annem, ne babam, ne Yılmaz beni yalan söylemek zorunda bıraktı, o yüzden onları hayranlıkla anıyorum her zaman, benim yalancı olmayışımın nedeni onlardır."
09 Eylül 2006
Tez için blog açmak
03 Eylül 2006
İstanbul Notları
Bu haftasonu sonbaharın gelişini ıslak İstanbul sokaklarında karşıladık sevgilimle. Daha önce İstanbul’a gidince yapılacaklara dair kocaman bir liste yer almıştı bloğumda. Bir güncük vakitte o kocaman listedekilerden sadece bir kaçını gerçekleştirebilecek vakit bulduk. Bunun yanı sıra ekstralar bile oldu.
Bundan yaklaşık bir yıl evvel İstanbul Modern’in kapısında çekilmiş bir fotoğraf geçmişti elime. İtiraf etmekte bir sakınca yok! Deliler gibi kıskanmıştım. Şimdi aynı kapının önünde iki kişi durmaktan aldığım hazzı tarif etmem mümkün değil. Sergiye ulaştığımızda saat geçti, vakit azdı. Sergideki resimlerin önünden transit geçmek zorunda kaldık. Ergin İnan’ın eserini görüp çakıldım oracıkta. Sonra Abdülmecit’in oto portresi… Burhan Doğançay’ın Eczacıbaşı koleksiyonunda yer alan ve içimde “Ah keşke benim evimin duvarında olsa” şeklinde bir cümlenin yankılanmasına sebep olan eserleri. Ve İstanbul Modern’in kütüphanesinde tavandan sarkan o yüzlerce kitabın altında “Allahım burada ne süper fotoğraflar çekilir!” diye bir yandan dişlerimi sıkarken; bir yandan başımın üzerindeki kitapların adlarını okumaya çalışmam; diğer yanda “fotoğraf çekmek yasaktır!” tabelası… Oto portre yapacak yeteneğim yok ama İstanbul Modern tişörtüm var. Pek modern.
Tophane’de içtim. Nargilemin dumanı… Gece vakti Dolmabahçe’de yürüdüm. Devasa çınarların süslediği yolda yürümenin tadı… Mevsim desen sonbahara sürmüş yüzünü, serinceydi. Yüreğim ve avuçlarım dersen, sımsıcaktı…
Bu İstanbul seyahatinde insanın bir şehre nasıl da aşkla, tutkuyla bağlanabileceğini yeniden öğrendim. Bir de sıcak gülümsemelerin genetik olabileceğini…
30 Ağustos 2006
TEZ- akademik dünyalar!
26 Ağustos 2006
MEDIA LITERACY
Tez konusu belirleme aşamalarında elimde "digital literacy" ve diğer literacylere ilişkin bir ufacık raporcuk ile birlikte hocamın kapısını çaldım. Fakat konu o kadar geniş ve o kadar taze ki üzerinde çalışmak çook zor. Yine de kendisini unutmuş ya da vazgeçmiş değilim.
Digital literacy = sayısal okur yazarlık demek. Terimin Türkçe hali akıllarda pek şimşekler çaktırmıyor, farkındayım. "Digital" sözcüğü "sayısal sözcüğünde karşılığını bulmuyor bana kalırsa. Öte yandan "okur-yazarlık" terimini de tanımlaması zor. Herhangi bir dili okuyup yazabilene okur-yazar demek artık yeterli gelmiyor. Bu terimlerin tanımlarının yeniden yapılması gerekiyor anlaşılan. Yeni yeni duymaya başladığımız çok kısa bir zaman sonra daha da sık duymaya başlayacağımız terimlerden bir tanesi de "media literacy" "medya okur yazarlığı".
Başlıkta yer alan yeni düşen jetonların sesi başlığı işte burda anlamını buluyor efendim. Bir 3. dünya ülkesi olarak medya okur yazarlığı konusundaki jetonumuz yeni düşmüş bulunuyor. (Umarım doğru yere düşer!) Avustralya, Kanada, İngiletere ve hatta Yunanistan bu konuda çalışmalara başlamış durumda! Bizdeki çalışmaların durumuna ilişkin habere burdan ulaşabilirsiniz efendim!
Medya okur yazarlığı önemli. Medayaya nasıl ulaşacağını, onu nasıl kullanacağını, nasıl değerlendireceğini, nasıl analiz edeceğini bilmek demek. Yenilenen eğitim programlarıyla öğrencilere kazandırılmak istenen eleştirel düşünme yeteneğinin kullanılması demek. Koyun olmayın! Mönünüze konan her tuzu yalamayın. Sonra bağrınız yanarak çeşmelere koşmayın demek!
Şu bir gerçek ki herhangi bir mesajı iletmede kullandığımız her çeşit medya artık kendisi de farklı bir mesajı taşıyor. Bu mesajlar zaman zaman iletilmek istenen mesajdan bile daha etkin bir hal alıyor. Artık medyanın dünyayı değiştirme gücünü elinde bulundurduğunu söylemek de abartı değil. (Dünyayı ele geçirme meraklısı kötü karakterlerden biri geliyor aklıma her nedense...) Eğitimin ideolojileri ideolojilerin eğitimi yeniden şekillendirip durduğu gerçeği göz önüne alınırsa; medya okur yazarlığı eğitiminin okullara taşınmasının ne kadar kritik olduğu ortaya çıkıyor. Sanırım bize yine çok iş düşüyor!
25 Ağustos 2006
KAPLUMBAĞA KABUĞU
Uzun zamandır televizyon izlemiyorum. İzlediğim zaman da zaten moralim bozuluyor. Son günlerde yaşanan orman yangını haberleri moral bozmaktan da öte bir etki yapıyor üzerimde. Yaşananlar karşısındaki çaresizliğimiz iyiden iyiye çileden çıkarıyor beni.
Ankaralı olanlar hatta Ankara’ya yolu düşenler çok iyi bilirler. Şehir; devlet daireleri, askeri bölgeler ve özellikle bakanlıklarla örülü bir yapıya sahiptir. Ankara’da sayısı oldukça fazla olan iri ve koyu renkli binalardan hangisine baksanız; kapısının üzerindeki tabelada devletin bir kurumunun adını görürsünüz. Bu binaların içlerine girenler de bilirler ki; odalar tıka basa doludur. Her odada bir değil birkaç kişi sıkış tıkış oturmaktadır. Bilgisayarlarının monitörleri arkasında, harıl harıl çalışmaktadırlar. Buna rağmen, çok hayret vericidir ki; bir yerlerde bir şeyler ters gitmektedir. Sağlık Bakanlığı yaraları sarmakta, Çevre Bakanlığı atıklara karşı önlemler almakta, Orman Bakanlığı orman yangınları karşısında çaresiz kalır. Bütün bunlar gazetelere televizyonlara haber olur!
Yine öyle oldu! Ülkemin dört bir yanında süre giden yangınlar ve yaşananlar karşısında çaresiz kalan kurumlar haber oldular gazetelere, televizyonlara. Televizyondan kaçsam da yangından da hızlı yayılan haberlerden kaçamadım. 6 gün boyunca devam eden Kaş yangınına karşı alınan önlemler, hantal, ağır ağır yürüyen bir hayvanın hareketlerini çağrıştırdı bana. Evet bildiniz! Kaplumbağa. Şu aralar, çocukken televizyonda izlediğim bir orman yangını haberinden çıkıp gelen bir kaplumbağa fotoğrafı dolanıp duruyor kafamın içinde ağır ağır. Yanmış kül olmuş bir kaplumbağa kabuğu fotoğrafı. Çocukken beni ağlatan o yanmış kaplumbağa kabuğu, korkarım ileride çocuklarımızı da ağlatacak. Çevre konuları karşısında gösterilen bu vurdumduymazlık devam ettikçe; halimiz, canını evinin içindeyken veren kaplumbağadan daha iyi olmayacak!
23 Ağustos 2006
15 Gün EGE Tatili
Tatile başlarken sıfırladığımız kilometre saati eve döndüğümüzde 2800 kilometreyi gösteriyordu. Aşağıdaki haritada yer alan kırmızı çizgiler tam olarak ifade etmese de Ankara- Gebze- İstanbul- İzmit- Bozcaada- İzmir- Datça- Denizli- Ankara hattında gelişen tatilin haritasıdır denebilir. Bütün bir Ege nerdeyse!
Nasıl da bulaşıcı bir tad alıyorduk yolda olmaktan. En çok da Bilge… Umut’un özenle hazırladığı binbir çeşit Cd’lerden tuttuğumuz şarkılara eşlik ederken; gözümüz bir denize, bir zeytin ağaçlarına, bir ayçiçeği tarlalarına takılıyordu. Meydanlardaki çınaraltı kahveleriyle karakterize olan ege kasabalarından birine yerleşme hayali defalarca geçti aklımızdan. Bandırma meydandaki o yuvarlak köşeli birahanenin terasında içki içmek istiyorum arkadaşlar! Mümkünse güneş ağır ağır batarken…
15 günlük tatili 15 gün boyunca yazabilecekmiş gibi hissediyorum şimdi kendimi. Burnuma sarı bir tülle örtülmüşçesine, güneşle ışıldayan Ege’nin bambaşka kokuları geliyor. "Ben geri dönmek istemiyoruuuum!" diye boşuna sızlanmadım oralarda. Zihnime kazıdıklarımdan gayri bir DVD dolusu da fotograf var elimde. Fotograflarla 15 gün Ege tatili devam edecek…
22 Ağustos 2006
Running out of days
Tatil anıları ve resimler sırada beklerken bambaşka şeyler yazmak geldi içimden. Kendi gezegenime geri göndüm anlaşılan. Sabah yürüyüşeri yaparken kulaklığımda tekrar tekrar yankılanan şarkılardan biri. 3 Doors Down- Running out of days! Başka da bişey söylemeye gerek yok. Nokta!
There’s too much work and I’m spent
There’s too much pressure and I admit
I got no time to move ahead
Have you heard one thing that I’ve said
And all these little things in life they all create this haze
There’s too many things to get done, and I’m running out of days
And I can’t last here for so long
I feel this current it’s so strong
It gets me further down the line
It gets me closer to the line
And all these little things in life they all create this haze
There’s too many things to get done, and I’m running out of days
All these little things in life they all create this haze
There’s too many things to get done, and I’m running out of days
Will all these little things in life they all create this haze
And now I’m running out of time I can’t see through this haze
My friend tell me why it has to be this way
There’s too many things to get done, and I’m running out of days
28 Temmuz 2006
Tatildi, kitaptı, Heyecandı....
Paul Auster New York Üçlemesi ile beni etkiledi, özellikle de kilitli oda. Kitabın kapağını henüz kapatmış olarak; taze bir zihin bulanıklığıyla yazıyorum şimdi bunları. Tatil yolculuğuna çıkmama dakikalar kala zihnimin bu bulanık halini normal görüyorum zaten. Denize bakıcam derinliğim artacak, netleşeceğim ve sonra eski çöplüğüme geri döneceğim.
Birazdan valizleri toplama vakti gelecek. Bir zamandır götürülecekler diye belirlenen bütün o şeyleri ( şapkalar, terlikler, güneş sütleri, giysiler, fotograf makineleri...) mantıklı olma katsayısı ile çarpıp öyle yerleştireceğim valizime. Tembihim o yönde. Modern insanın maddeden bağımsız yaşayamayacağını kanıtlar bir kalabalıkla birlikte yola çıkacağım.
Doğma büyüme bir Ankaralı (eski çöplük/daimi çöplük) olarak denize olan sevgimi nasıl açıklarım; nasıl anlatırım? Bunun için daha uzunca ve daha özenle yazmalı sanırım. Bir gece vakti varılan yazlık evde sabaha kadar dalga sesi dinleyip uyuyamayan bir kız çocuğunun heyecanı hala var içimde. Büyüdükçe heyecanlarımı törpülemeyi ben de öğrensem de içimde valizlere yerleştirilmeyen cinsten, rengarenk, kıpır kıpır hisler taşıyarak çıkıyorum bu tatile, pupa yelken...
23 Temmuz 2006
Bir B.G. Mesajı
İtiraf ediyorum! Star wars'ların hiç birini izlemedim. Ne var? Siz de belki yıldızların Kitabı'nı izlemediniz. Saldırıları, savunmaları ön yargıları bir yana bırakmalı şimdi. Diyeceğim o ki; yoğun istek üzerine, Dune serisini ilk kitabını okudum. Yazarın hayal gücüne hayranlık duydum. Yediğim fırçalar bir yanda kalsın. Kitabı sevdim. Öyle ki; bazı cümleleri dönüp dönüp okudum. Burnum kendine bir "bahar" kokusu üretti; onu duyar oldum! Serinin devamını okumak ve bir Bene Gesserit mesajı ile konuyu kapatmak istiyorum. NOKTA.
"Din ve politika aynı arbaya bindiğinde, arabayı sürenler yollarında hiçbir şeyin duramayacağına inanırlar. Paldır kültür gitmeye başlarlar... Gittikçe hızlanırlar, hızlanırlar, hızlanırlar. Karşılarına engeller çıkabileceği düşüncesini akıllarına bile getirmezler ve gözü kapalı koşturan bir adamın çok geç oluncaya dek uçurumu göremeyeceğini unuturlar."
21 Temmuz 2006
Jan Saudek
19 Temmuz 2006
Gotan project -yanıcı bünye
Neyse heyheyli kısımları bir yana bırakıyorum. Sizi yeni tanıştığım bir grupla tanıltırmak istiyorum. Sevgili arkadaşım Ebru beni "gotan project" diye bir grupla tanıştırdı. son albumleri olan "Lunatico"ya eşekten ulaştık. Dinledik. Grup için; tangoyu damardan zerk eden grup mu desem? Ne desem? Bu zamana kadar kendilerini tanımıyor olmaktan ötürü esef duydum. Modern ritmlerle harmanlanmış o akordeon sesi ve adını bilmediğim hatun solistimizin büylü yorumu... Bi de o hatun tango yapmayı biliyordur şimdi. Kıskançlıktan çatla! Tavsiyem sitelerinde yer alan son klipleri "diferente"yi izlemenizdir.
Bütün müzikleri dinlemek, bütün kitapları okumak, bütün yerleri gezmek gibi insanüstü arzularla gerekli gereksiz yanan bünyeye, bir grup daha tanıştıran Ebru'ya teşekkürler!
15 Temmuz 2006
Haftasonu huzur bulunur mu?
Her yaz, her hafta sonu böyle oluyor. Düğünden bayramdan nefret ettiren bir elektrosaz huzursuzluğuna gark oluyoruz. bu huzursuluk yetmezmiş gibi; Elektorsazın yanı sıra mikrofonla birbirine laf atan iki tane patates soğan kamyonu vardı evin önünde. Oyana da bu yana da sallaaaaa! Batatiiiiiiiz. Bağırma laaaayn. Hadi batitizin irisi burda. O yana da buyana da sallaaaaa. kısa bir sessizlik! Tam oh diyecekken; hoca patetsçileri de düğüncüleri de susturacak bir kuvvetle ses deneme 1-2-3 ile ezana başlar. Ya sabır!
Kesik çayır biçilir miiii?
Haftasonu huzur bulunur muuuuu?
14 Temmuz 2006
FSA (Fotograf Sinema Ankara)
Fotograf Sinema Ankara'da bir süredir devam eden fotograf derslerim ilk meyvesini verdi. 400 ASA'lık ilk 36'lık filmi Okan 'la birlikte çekip bitirdik. Filmi kendi ellerimizle yıkadık. Sonuçlara beraber baktık. Ve o 36 pozun içinde yandaki gözlere vurulduk! sonuç olarak kendi ellerimle bastığım ilk siyah beyaz fotografım yandaki gibi oldu oldu işte!
Üniversite boyunca hep niyetlenip, filme makineye vercek para bulamayıp caydığım fotograf işi pek bir keyif verdi bana. İlk modelime bir adet fotografını hediye ederek telif hakkını da ödemiş oldum sanıyorum. Nice güzel fotograflar çekmek dileğiyle...
FSA'ya ulaşmak için: http://www.fotografsinemaankara.com/
09 Temmuz 2006
Bir pazar gününden...
Efendim bu gün belki de çooook uzun zaman sonra ilk kez evde ve kimse olmaksızın, dışarı çıkmaksızın geçirdiğim bir gün oldu. Ha oturup da dinlendim mi? Verimli işlere imza attım mı? yoruma açıktır.
Sabahın seherinde öten kuşlarla güne başlamaya alışan vücut sabah 8 deyince uyanmıştır. Güne açılan gözler bir daha kapanmamakta diretmişlerdir. Oysa bambaşka planlarım vardı. Dün gece geç saattte gelen uykuyu sabah uykusuyla devşirecektim efendim; brunch yapacaktık yan komşu ile ne mümkün. Dolayısıyla, sabah erkenden kalkıldı. Ne yapıldı? Kitap okundu.Televizyon izlendi. Çoktandır bu televizyon olayına ara vermiştim. Başıma musallat olan ağrının sebebi TV doz aşımı olabilir. Şüpheleniyorum.
Başka ne yapıldı efendim? Etli biber dolması yapıldı. Çünkü ben evde vakit bulunca direk kendimi mutfakta buluyorum. Nedendir efendim? Nedenler sıralı olabilir. Domatesleri küp küp doğrarken başka hiç bir şey düşünmemek insanda yoga etkisi yapıyor deneylerle sabit. Ha bir de oburluk nedenim var kendimce. nadiren yemek yapacak fırsat bulmak olabilir. Bu seferki neden, anne eve gelince jest olsun niyetiydi. (tabi bütün bu yemek yapma hadisesi insanın canı isteyince güzel! İstememesi hali felaketlere yol açabilir. Evlerden uzak diyoruz noktayı koyuyoruz.)
Başka ne yaptım? Balkondaki biberleri suladım. Gazetemi okudum. Bahçeyi süpürdüm. renklileri attım yıkandılar. Ütülendiler. Türkçe dersindeki gibi soralım: Ütütleyen kim? Özne bendeniz. Cümlelerin gidişhatından rahatça anlaşılacağı gibi, ütü kendi kendine olabilen bir iş değil. Bu işin benim tarafımdan yapılması da hiç hoş değil! Nokta.
Başkaaaa. Sunay'ın 6 günlük kızını görmeye gittim. Sunay bir küçük kadındı. Bir küçük anne oldu. Niyetim başka yazılarda kendilerinden söz etmek.
Dinlendim bugün. En önemlisi kafa dinledim. Gürültülü bir işim var da... Son olarak bu pazardan çeşitli dersler çıkarıldı efendim. Yalnızlık zor iş. Hele o kapıyı anahtarla açıp kapamalar. Alışkın değilim. Yadırgıyorum. Canım sıkılıyor. Çalışmak güzel şey. Evde olmak bile insan evini özlediğinde güzel. Doz aşımı her nevi iş için zararlı efendim. Ha bir de insanın yanında sevdikleri olmayınca dolma nefis olsa ne yazar? Tadı olmuyor.
Dolma fotografı için teşkkürler mutfaktazen
03 Temmuz 2006
İstanbul'u özlemek
İstanbul’a daha annemin karnındayken başlayan gidip gelmelerim, Ankara’dayken hep İstanbul’u özlemek alışkanlığına dönüştü zamanla. (Tabi bunda teyzemin boğaz kıyısındaki manzaralı evinin rolü büyük!) İstanbul seyahatlerini arası oldukça açıldı sanırım bu yüzden İstanbul’da gidilecek/görülecek, kişi/yerlerin bir listesi oluştu:
- Nebahat, Figen, Esin, Aslı, Tevhide....
- Salı pazarı (klasik)
- Açıkhava’da ya da Yeditepe zindanlarında bir konser
- Kuzguncuk, Adalar, modalar, balık ekmek ve midye tava peşinde gidilecek her yer
- Süleymaniye cami ve Sinan’ın diğer İstanbul’daki diğer yapıtları
- Pano şarapevi: Kalyoncu Kulluk Cad. No:4 Galatasaray/İST.
- İstanbul modern: Meclis-i Mebusan Cad. Liman İşletmeleri Sahası Antrepo No:4 Karaköy/ İSTANBUL Tel : 0 212 334 73 00 İ
- İstanbul oyuncak müzesi: Ömerpaşa Caddesi Dr. Zeki Zeren Sokağı No:17 Göztepe / İST Tel: 0216 359 45 50 – 51
- Rahmi Koç teknoloji müzesi: Hasköy Cad. No: 27 Hasköy 34445 – İstanbul
Tel: (0)212 369 66 00 -01-02 - Cam ocağı: Öğümce, Cam Okulu Durağı, Beykoz İstanbul
Tel: +90-216-433 36 90, +90-216-433 36 93 - Mehmet Eyüboğlu yazma atölyesi : Adres: Bedri Rahmi Eyüboğlu Sok., No. 10, Kalamış-İstanbul Tel: (0216) 336 20 66
- Yılmaz Eneş Ebru atölyesi: Küçük Ayasofya Mah. Ebru sok. Camii Sok. No:12 Eminönü İstanbul
Aç tavuk kendini buğday amabarında sanır. Yaz okulunda çocuklarla cebelleşirken hayallere daldım galiba. Yukarıdaki listeye eklemeler yapacaklar olursa, yeni fikirlere açığım. Bir şekilde bir zaman gidilecek. Yolu yok!
28 Haziran 2006
Ambigram
Birden fazla yönden okunabilecek şekilde yazılmış kelimelere ambigram deniyor. Bilmeyenlere kelimenin sözcük anlamını verdikten sonraaaa efendim gelelim sadede. Çocukken ismimin tersten okunuşuna merak salmıştım, şimdi de sıra buna geldi. Sevgilimin bir Dan Brown kitabının sayfaları arasından çıkarıp tanıştırdığı bu çizgi-yazılar ilgimi çekti! Müspet bir sonuç vermeyen internet gezintilerinden sonra, bir gün öğrendim ki; okulumuz din kültürü öğretmeni İsmail Hoca bunlardan kendi elleriyle yazıyormuş. Sağolsun İsmail Hocam bir tane de benim için hazırladı. Hem de bir hamlede... Ha bir de üstüne üstlük havlu kağıt üzerine. Velhasıl kelam ben onu alladım pulladım siteme başlık yaptım!
19 Haziran 2006
Hem zebânım
"Ezelden aşinânım ben, ezelden hem zebânımsın
Beraber ahde bağlandık ne olsa yar-i cânımsın
Ne olsam zerrenim kalbimde halâ çarpar esrarın
Gel ey cânan gel ey cân kalmasın ferdaya dîdârın"
16 Haziran 2006
Milyondan sıfır atmak!
Milyondan sıfır attık da kadar güzel oldu değil mi? Attık sıfırların ağırlığından kurtulduk. Ama yukarıdaki 12 milyon için sıfır atmak mümkün değil ne yazık ki! Bu öğretim yılının sona ermesiyle birlikte yaklaşık 12 milyon çocuk karne alacak. Dile kolay 12 milyon! Bu oniki milyonu birarada "öğretmenim" derken düşünüyorum da! Aman Allahııım!
Kayıtsızlıklarımız, hatalarımız, bencilliklerimiz ve daha bir sürü olumsuzluk paramızın sıfırlarla dolmasına sebep oldu! Paramızdan sıfırları atıp sorunlardan kurtulur gibi yaptık. Yukarıda yazılı duran her bir sıfır binlerce, onbinlerce genç yaşamı simgelemekte! Aman! Yaşamları sıfırlamadan...
13 Haziran 2006
Learning Objects
Working as a computer teacher (writer,organizer,printer,secretarizer, microsoft teacher, designer and so on), I just want to mention about things going on in educational technology! Learning objects:
Learning objects are elements of a new type of computer-based instruction grounded in the object-oriented paradigm of computer science.
"Learning Objects are defined as any entity, digital or non-digital, which can be used, re-used or referenced during technology supported learning. Examples of technology-supported learning include computer-based training systems, interactive learning environments, intelligent computer-aided instruction systems, distance learning systems, and collaborative learning environments. Examples of Learning Objects include multimedia content, instructional content, learning objectives, instructional software and software tools, and persons, organizations, or events referenced during technology supported learning (LOM, 2000)."
More basicly it can be said that learning objects are small objects designed to teach a specific subject. They are like pills, just swallow it. (It would be so nice, wouldn't it?)
When I was surfing on the net about educational research I came acrooss with a nice example. Here is a learning object about research.
<
06 Haziran 2006
YUSUFCUK
hele benim gibi biri için yusufcuk
acılarda bir ölüp bir dirilen
sevinçlerde hep yalnız
biri için yaşam güçtür yusufcuk
suçlu duydum kendimi
benden uzak birşeyleri özlerken
bir düşün neydi bana ayrılan
yalnızca dar çizilmiş yollarda
sağına soluna bakmadan yürümek
ben ki taşardım hep
çılgın seller gibi kendi dışıma
güç dönemeçleri döndüm soluk soluğa
aşksa aşk sevgiyse sevgi
ömür boyu kınandım
hep korku hep tedirginlik
önümde hep kurallar
yazık başkaları gibi olamadım
çok hırpalandım dağıldım yusufcuk
yusufcuk yusufcuk yusufcuk*"
Ne zamandır gözüme takılıyordu bu böcekcikler vitrinlerde. Kendime bir armağan vereyim dedim. Basbayağı böcek işte. Helikopter böceği/tayyare böceği/kız böceği/ ornitopter/ Yusufcuk...
*Afşar Timuçin
30 Mayıs 2006
Söz bitti sendromu
O yıllardan aklımda kalanlardan biri "söz bitti" sendromu. Nereden çıktı bilmiyorum da, söz bitmişti. Yıl kaçtı? Ben kaç yaşındaydım bilmiyorum. Tüm hatırladığım söz bitmişti. Derin bir sessizlik kaplamıştı ortalığı. Kimseler tek söz söylemiyordu. Büyüklerden birinin söz bitti dediğini anımsıyorum. Gün gelir söz biter. Olacak iş mi oysa ki? Bunca curcunanın bunca harala gürelenin orta yerinde, imakansızdan da imkansız görünüyor bugün bana. Kaynağını bilmediğim, gerçekliği sorgulanası bu "söz bitti" yavılsamasını özlüyorum kimi zaman. Herkesler bi sussa da kafamızı dinlesek diye düşünüyorum.
Nereden mi geldi bu çocukluk sanrısı aklıma? Tam da "yazacak bir şeyim kalmadı şu bloga, içim mi boşaldı ne?" diyordum kendime. Söz bitti mi yoksa diye düşünüyordum. Tam da söz bitti derken ard arda diziliverdi sözcükler işte. Hepsi bu!
25 Mayıs 2006
CSO film izledi! Biz de onları izledik!
Ciddi ciddi durum budur arkadaşlar! CSO (Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası) film izledi biz de onları izledik. Olay şöyle cereyan etti. CSO'nun 2005-2006 sezonu kapanış konseri film müzikleri temalı imiş koşalım gidelim izleyelim diye ahali ayağa kaldırıldı. Tabi ki tarafımdan! Müzikçi Özge'miz bir parmak şıklatması kadar kısa sürede davetiyeleri ayarladı sağolsun.
Hook, E.T, Jurassic Park filmlerinden parçaların gösterildiği sinevizyon gösterimi eşliğinde bu filmlerin müziklerini canlı canlı dinledik. Ay ne güzel konsermiş diyordik ki; 2. yarıda sinevizon olayına bir türlü düzgün çalışmayan DVD player taş koydu. Star wars ve Alaattin'in film müziklerinde senkronizasyon uçtu gitti. Asıl komik olan sinevizyonda görüntüler oynarken bazı yerlede CSO'nun çalmayıp film izlemesi, bizim de onları izlememizdi.
Bütün aksilliklere rağmen klasik müziği sevdirmeye yönelik çok hoş bir kurguydu. Duyduğumuz anda mırıldanıverdiğimiz o ezgilerin, star wars mesela!, aslında koskocaman birer senfonik eser olduğunu kafalara dank ettirdi. Bir de şefin ses tonu pek etkileyiciydi söylemeden edemeyeceğim!
Konserde çalınan eserlerin bestecileri için bakınız john Williams & Alan Menken
Sanki izlediğimiz bütün filmlerin müziklerini bu john Amca yapmış!
22 Mayıs 2006
Tatil.zip
"19 Mayıs gençlik ve spor bayramı kutlu olsun!" Gerçekten kutlu oldu. Hatta pek de mutlu oldu. İzmirlere gidildi. Ziplenmiş rarlanmış minicik bir tatil yapıldı. Biraz köfte misali kızardık güneşin altında ya olsun. Değdi vallahi. Bugün bir final teslim ettim. Yarın sabah son finalimi de teslim edip bu dönemi kapatıyorum. Dönemi bitirmenin rahatlaması bir yana. Deniz kıyılarında gezindim, leyleği havada gördüm, haş haş tarlalarının mor çiçeklerini izledim, güzel yemekler yedim, güzel anlar yaşadım. Yaşasın 19 Mayıs gençlik ve spor bayramı. Yaşasın ücretsiz tatil olanağı sunan iş yerim. Yaşasın sevgilim!
11 Mayıs 2006
Mutluluktan gözleri dolmak
Eve geldiğimde masamın üzerinde iki saksı minyatür karanfil buldum. Az daha ağlayacaktım! Nergisiciğim nasıl da güzel bir sürpriz yapıp, evime bırakmış karanfilleri. Özenle paketlenmiş saksılarda, 2 saksı karanfil. İki tane olması bir ayrı anlam taşımakta benim için :)
"Ulan adam iki saksı karanfil görüp ağlar mı?" demeyin! Böyle güzel düşünülüp, hazırlanmışsa ağlar, yutkunur, duygulanır.
(Aslında görüntülü olacaktı karanfiller, lakin kardeşim dijital makineyi alıp; geziye gitmiş.)
Yorucu bir iş günü yaşadım aslına bakılırsa. Burda hepsini anlatmayacağım güzel bir akaşam, tüm yorgunluğumu sildi attı. Velhasıl kelam, keyifliyim. Bu gece, artık "twenty five" olmuş bi hatun olarak güzel bir uyku uyumaya hevesliyim.
10 Mayıs 2006
Başlıksız
Üçüncü boyutta sallanan bir asansör rüyasının bıraktığı ter damlalarıyla sırılsıklam uyanıyorsun bir sabah. Sakladıkların kutularda durmakta… Anlatıp durdukların dolaplardan taşmakta… Belki de umursanmayacağını bildiğinden anlat dur. Dur! Nedir bu? Bir hırs bir heves, akla. Ne varsa duy, ne varsa gör, duy, anla! Beş para etmese de, sen belleğinde sakla. Kıyıda dur! Denize taşı at! Kendini atma! Dönüp arkana korkuyla, bir tek kez bakma!
Arkadaşlar! Kim bastıysa şu ileri doğru hızlı sarma tuşuna, çeksin elini! Normal seyrimizde gidelim. Bu hız tutuyor beni . Tutuyor. Duramıyorum!
07 Mayıs 2006
Ebru
Ebru sanatına olan bu ilgim nerden geliyor bilmiyorum! Karanfile olan bağlılığımla bir yerde çakışıyorlar zannımca. Üniversite kaçtaydık yahu? Nergis, Burcu, İsmihan ve Ben güzel sanatlar topluluğuna yollanıp ebru yapmaya uğraşıyorduk. Bir teknemiz vardı küçücük tefecik, plastiktendi. Baklava tepsisinden yapılma, daha büyükçe bir tekneye terfi bile edemeden yerimizden olduk sonra. Boyalar desen nerde orjinal toprak boyalar nerde biz? Paramız yettiğince aldığımız hazır, ithal! boyalarla uğraştık durduk. Yine de o teknenin başında, sudan kağıda yansıyacak izleri beklerken kalbimiz attı. Sanırım benim kalbim hala bu sanatla uğraşmak için atıyor.
Az önce TRT 2 de "Düşlerle Gelen" adlı programda Yılmaz Eneş, nam-ı diğer Gül Baba, adlı ebru ustasını izledim. Bir kez daha vuruldum o eserlere. Nasıl bir ustalık, nasıl bir emektir ki o şekli verir o suyun üzerinde? Hatasız... Bayıldım. Ustanın bir de güzel web sitesi var. Tıklayın siz de bayılın!
Ne yazık ki ustalar hep istanbul'dalar. Paşabahçe'ye gitmek ve orada cam atölyesine katılmak için yanıp tutşuyordum. Şimdi bir de üzerine Yılmaz Eneş Usta'nın ebru atölyeleri eklendi. Ne yapsam? Ne etsem?
04 Mayıs 2006
Çilek reçeli
Bahar geldi diye çığırtkanlığa soyunduk ya kaç zamandır nafile! Baharın gelişini bir kavanoz çilek reçelinden daha iyi kimsecikler anlatamaz. Televizyonda reklamlarında durmaksızın boy gösteren "çabuk ve pratik" olmakla biz çalışan kadınların satış profilini oluştuduğumuz, "otomatik reçel yaptırıcılar"a inat; anacığımın elleriyle yapmış olduğu çilek reçeli hemen gözünüzün önündedir. Mevcut teknoloji sadece görüntüyü ve renkleri sizlere aktarmama izin vermektedir. Kokuyu alabilmek için gözlerinizi kapatıp, çocukluğunuzdan derin bir nefes çekmeniz; tadı alabilmeniz için ise bir kaç kere yutkunmanız gerekmektedir. Çile-k reçeli, çile bilerek ayrı yazılmıştır, kavanozunda fırını hemen üzerinde durup duruyor. Gelin görün ki; bir kavanoz reçel bende maharete, lezzete, ekmeğe, emeğe, enneannemin evine, yayladaki bahçelere, gıpta etmelere, hüzne ve kimbilir daha nelere uzanıyor!
01 Mayıs 2006
Ergin İNAN
ODTÜ'de yaşanan güzelliklerden biri Odtü Sanat Festivali. Bu yıl 4-28 Nisan arasında 8. si gerçekleşti. Lisanstayken festival kapsamında cam sanatçıları atölye çalışmasını kaçırmıştım ama Hayati Misman ile gravür çalışma fırsatını yakaladım. 4. yıldır, aksatmadan takip etmeye çalışıyorum festivali. Bu yıl bir öğle yemeği zamanından çalıp da gezdim üstelik. Ve gezerken bir resmin öününde çakılı kaldım. Resmin adını hatırlamıyorum. Ressam Ergin İNAN'a ait bir yapıttı. Festival kataloğu elimde olsa; şuracığa yerleştirecektim vurulduğum o resmi. Eve gelince neti altüst edip Ergin İNAN ile ilgili sayfalara baktım. Bambaşka resimlerini de görme fırsatı yakaladım. Buracıktaki "ayak" ta işte onlardan biri.
Not:Resmi Lebriz'den aldı.
28 Nisan 2006
Ayva çiçeği
Bahar gelip geçiyor. Gerçi ben her Nisanda yaşamın takip edebildiğimden daha hızlı aktığını duyumsarım ama bu Nisan hız sınırını aşmışım gibi hissediyorum. İşte tam bu noktada, bugün bir kez daha anımsadığımız boğa burcu kadınına ilişkin ekşi sözlük yorumuna referans veriyorum:
(Derya Sayın'ın eskilerden bir karikatürü vardı; çocukla babası mezarlıktalar, ancak herkesin mezar taşında burçları yazıyor... onlar boğa yükselen boğa'nın önündeler:
" yaa işte böyle oğlum, annen tam bir boğaydı.. güçlüydü, zekiydi... hepimizi çekip çevirirdi.. ama boğalar da herkes gibi bir gün toprak oluyorlar")
Bu yaşamı kontrol altında tutma düşkünlüğü bizim neslin maruz kaldığı aşırı radyoaktiviteen kaynaklanan bir hastalık sanki. Satın alma, elde etme çabasıyla içi içe yoğrulmuş zehirli bir harç. İşin kötüsü hamurumuzda bu harçtan bol miktarda bulunmakta. Bu nedenle çoğu kez bir kabullenme sorunu yaşamaktayız. Hayatımız hızlı donan bir harçtan mamul de sanki; biz yutamadan boğazımızda kalıveriyor ansızın.
Hayatın böyle harala gürele, kavga döğüş içinde, vahşiden de vahşice akmadığı; keşmekeşten uzak dünyalar da var şu koca-minik evrende. Mezarlıkları üst üste yığan şehirler olmaktan çok uzak yerler de var. Mezarlıkların bahçelerdeki mısırlar, çaylar arasında sadelikle yer aldığı yerler... Hamurun değirmende öğütülmüş unla yoğrulduğu, ateşte ağır ağıır piştiği yerler.
Ben bu bahar, ömrümün bundan önceki kısmının yaşandığı yerde, bambaşka bir telaşın oyuncağı olup, bahçemdeki ağaçların resimlerini çekiyorum. Bir dahaki yaz aynı yerde olmayabileceklerini düşünerek biraz... Resimleri çabucak çekip, çabucak gösteren bir makine tutuyorum elimde. Ayva çiçeklerini fotograflıyorum. Hızla açıp hızla sönecekler çünkü. Ve sonra elimizdeki çağlalardan birini bile yiyemeden; yaz gelecek...
24 Nisan 2006
Kedi ve Çamaşırlar
Karşıdaki komidinin altında gizli bir çekmece var. Ben gidince onu aç. İçine namusumu koydum. Zahmet olmazsa en yakın kıyıdan denize atarsın. Taşımak ağır gelirse çekinme önce tükür sonra tuvalete at. Nasıl olsa bir sifonu çeken bulunur. Denize öyle ya da böyle ulaşır o.
Sana pek fazla şey bırakmıyorum. Çekmecedeki çamaşırların tümü kirli. Sen o dantelli iç çamaşırlarının zerafetine bakma. Eve yayılan dayanılmaz konun sebebi elinde tuttuğun o çamaşırın ta kendisi. Ha bir de aç evin tok kedisi var, ne yapıp edip hep beslediğim. Çamaşırları da kediyi de at sokağa gitsin. Henüz evcillik masalına kapılmamış ender hayvanım bi yolunu bulur; hayatına devam eder. Boşuna adını “Amazon” koymadık. Çamşırlarıysa bir kaç saat sonra sokakta oynayan çocukların ellerinde görürsün şaşırma. Çamaşırcı analarına götürürlerse biri yıkar giyer.
Gerçi benim varlığımda kedimi onlarca kez öldürmeye çalıştın, biliyorum. Yine de onu azad et! Eceli olma!
Sahip olduğum iki biblodan biri sendin, öteki sehbanın üzerinde duruyordu. Onu da kedimin başına fırlatıp sen kırdın. Yetenekli sevgilim her zaman yaptığın gibi bir taşla iki kuş vurdun.
Gidenlerin arkalarında mektup bırakmaları adettendir. Bu garip geleneği bozmamak için yazdım tüm bunları. Oysa aklımda başka sorular var. Şimdi nerdedir dersin taşlanarak ölmüş kadınların ruhları? Etrafımızı bunca bencil; çıldırmak üzreyim kimsenin aklından geçmiyor mu bu maskeli şehri bir tek kibritle yakmak?
Haberin olsun geceleri bir yerlerde çıkıp dans ediyorum. Öğleden sonraları bir sergi salonu geziyorum. Sabahları biraz mahmur biraz sinirli uyanıyorum. Anlayacağın kaç zamandır kimseyle sevişmiyorum. Bana bi gün gelmek istersen yeni adresimi henüz ben de bilmiyorum. Ama sana şöyle söyleyeyim: gideceğim yerde kadınların hepsi dantelli iç çamaşırları giyiyorlar ve kendileri aç olsa bile kedilerini hep besliyorlar.
"Yukarıda yer alan metin fi tarihinde yazılmış olup, yazıda geçen kişi ve olayların gerçekle hiçbir ilişkisi yoktur. Metnin yazınsal olarak bir değeri var mıdır yok mudur? Bu bir muammadır. Blog sahibi yazıyı bu köşeye yerleştirmiş olmaktan mutludur. Hepsi budur!"